REKLAMI GEÇ

TANRILAR, SANATI KUTSAMAK İÇİN!

26 Haziran 2018 Salı

Tanrılar, sanatı kutsamak için yaratılmış olmalı.
Taşlara can veren eller de kutsal suda yıkanıp gelmiş olsa gerek.
Milattan öncesi, milattan sonrası yok!
Her taş o mahir ellerde kendi miladını yaratıyor.

Kısa bir süre öncesine kadar ören yerlerini gezerken, ya da bir heykeli seyrederken kullandığım birkaç cümle vardı, gözümden şöyle bir dilime düşüveren;
-Aa ne güzel!
-Vay bunca yıldır nasıl ayakta kalmış!
-Adamlar nasıl taşımışlar o koca taşları!
-Afrodit miydi bu?
-Of yoruldum, gez gez bitmiyor!

Ama yakınlarda arkeoloji meraklısı ve heykeltıraş arkadaşlarım oldukça, taşlara sevdam yeşermeye başladı. Ören yerlerini gezerken levhaları görmezdim bile, şimdi yanaşıp okuyorum. Taşlara dokunuyorum, her kıvrımını hissediyorum.
Onlar da bana dokunuyorlar, sert ve soğuk duruşlarının altında taze nefeslerini duyuyorum.

Her biri başka bir duyguyu anlatıyor bana.
Zamanlarını getiriyorlar, ellerime veriyorlar.
Geçmiş değiller, geçmiyorlar. Unutma beni çiçeği gibi burnuma burnuma kokuyorlar.

Duru beyazlığın içinde hiç de solgun değil yüzleri, gözümü kamaştırıyorlar.
Hikâyelerini fısıldıyorlar kulaklarıma. Şu sağır kulaklarla bile duyabiliyorum, yüreklerinden gelen sesi.

Yoo yoo kendilerini kurtarmamı beklemiyorlar. Mahkûm değiller çakıldıkları sütunlara. Bile isteye orada yaşamayı seçiyorlar.
Tutup ellerinden buraya getirsem, şimdime getirsem mutsuz olacaklar, biliyorlar. Onlar hep kendi şimdilerinde huzurla soluk alıyorlar.
Taşlara dokunduğumda, birden ısınıyorlar, beyaz bir kan akışını hissediyorum damarlarımda.

Hele bir de canlanışına şahit olduğum taşlar var ki, bir ceninin anne karnında şekillenip doğmasını izlemek gibi büyülü.
Yamuk, yumuk mermerler, taşlar, travertenler görüyorum önce.
Birkaç gün sonra keski, çekiç, motor seslerinin arasında bir toz bulutu gözlerimi yakıyor. Bulutu elimle şöyle bir araladığımda koca taş kütlesinin artık o taş kütlesi olmadığını anlamaya başlıyorum.
Birkaç hafta sonra ceninin şeklini az buçuk kestirebildiğimi zannediyorum ama genelde yanılıyorum.

İncecik bedenlerin, minicik ellerin gücü karşısında esas duruşa geçmiş, uslu uslu şekillenmeyi bekleyen o devasa taşların uysallığına hayret ediyorum.
En sonunda bir hayat çığlığıyla ete kemiğe bürünmüş figürler gülümsüyorlar bana bir zencinin ağzında parlayan inci dişleri gibi.

Ben o zaman kendi hikayemi yakalıyorum o heykellerin doğumunda.
Belki bir makas yapıyor o koca taşı yontarak Ukraynalı Olena, ama ben içinde aşkı buluyorum.
Arjantinli Juan’ın kusursuz işlediği melek kanatları benim duam oluyor, ağlıyorum.
Bulgar Kamen o dalgalı sütunları yaparken ne hissetti ben bilmiyorum. Ama ben o sütunlara ruhumu yükleyip yükseliyorum.
Ali bir horoz yapıyor, ben sabah erkenden uyanıyorum.
Taşlara sevdalı yüreklerin, dile ihtiyacı olmadığını görüp, İngilizce konuşmaktan utanıyorum. Taş diliyle konuşmayı bilmiyorum çünkü.

Heykel kolonisi, askerleriyle geçit töreni yapıp sona eriyor.
Ben o taşlara sarılıp ruhumu uyutuyorum, her birinden dinlediğim başka bir masalla.
Gidin, görün sizi bekliyorlar, size sizin hikâyelerinizi anlatmak için.

Sanatı kutsasın diyedir Tanrılar, kesin!

VAHA

Yorgun bir tarla yüzün…
Duası kesilmiş yağmurların
kim bilir kaç bahar önce..
İki yeşil vaha gözlerin
saklanmış arasına,
yılların açtığı derin izlerin.

Soluksuz sürmüş hayat seni…
Nadasa bırak kendini istersen,
gözlerin ve izlerin
yüreğimde dinlenin.
Belki bir bulut daha vardır ucunda
amini tükenmemiş dillerin.

Savaştan yorulmuş o mavi sesin
eflatun bir şarkı söyler bakarsın.
Yürüdüğün yollar yetmiştir de,
olur ya dans etmeyi hatırlarsın.
Mavide aklanmış çakıl taşları
yıkar geçmişi rahatlarsın.
Gözlerin ve izlerin
bırak bende yatıya kalsın…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı