REKLAMI GEÇ

DENİZ ÇAĞIRIRSA GİTMEK GEREKİR…

3 Ekim 2018 Çarşamba

Gitmek gerek bazen. İçinizdeki sesi dinleyip bilinmeyen yerlerin iklimine. Sizi oraya çağıran bilinmeyene. Nasıl gittiğiniz ve nereye gideceğiniz ile ilgili bir belirsizliğe yol edinirsiniz. Her sokağında kıyılarına sığınmış bir sessizliğin yaşantısında varoluşunu süsleyen nice gizli insan soluk alır. Her birinin farklı farklı düşleri ve çabaları vardır ama aslında hepsi de yaşadıkları fanusun içinde aynı kederlerin akşamında basit seslerin diliyle soluklanırlar.

Kenar evlerin içi katı bir geleneğin ve tutuculuğun basıncıyla şekil alır. Giderek her şey perdelerin ardında yaşam bulur. Gizlilikle filizlenen dünyevi günahların ikliminde hayatlar, yabancılaşan bir kabulleniş ve sessiz bir şiddetin evinde eskir gider. Eskiyen, susan, kabullenen ve bazen de tiksinti verici dinginliğiyle yaşamı hapishaneye büründüren günlük yaşam her şeyin kimyasını bozarak yabancılaştırır. Geleneksel kent kurgusunda kendini oluşturan mahalle de böyle bir kenardan kente ilişir artık. Gövdesini yadırgayan protez bir uzuv gibi…

Böylece çağırış algısıyla duyumsanan gitmek-kaçmak fikri, savrulmanın da ilk güçlü adımıdır artık. Bir kez gidildi mi de dönüşü yoktur bu yolun aslında. Küçük bir kasabada bunalımını ve yalnızlığını terk eden roman kahramanı öğretmen (aynı zamanda romanın anlatıcı karakteri) soluğu İzmir’de alır. Kasabada rutin ilişkilerin ve kasaba koşullarına uyum sağlamış memur eşrafının sıkıcı boğuntusundan şehre uzanan yolda bilinçaltı yolculuğu da yapar öğretmenimiz. Ama aynı zamanda öğretmen kimliğine de yabancılaşmış ve itibarı yitmiş bir yalnız olarak yeni kimliklere bürünmek arzusuyla kendini giderek bir gazeteciye dönüştürür. Görüntüsü ve cömertliğiyle kendine yüklediği bu yeni kişiliğin gölgesinde dili de keskinleşir ve koyu bir eleştirmene dönüşür. Acımasızca herkesi eleştirirken bilinç giderek devre dışı kalır. Dili hükmeden şey mantığın gömleğini sırtından çıkarırken iç dünyasında benliğini hepten yitirmiş bir savrulmanın aklı, idareyi ele alır. Artık yalnızlıktan bunalım çağına atlamış bir bocalama evresindedir. Olmayan sarışın kadının izinde Zehra’yı elinin tersiyle acımadan itmiştir. Oysa benliğinde alev alev tüten Zehra, sürekli son anda kapının eşiğinden anlık tepkilerle bir sabun köpüğü gibi kayar gider. Roman sonunda ona dönse de artık çok geçtir… Zehra büyük bir öfkeyle, belki arkadaşı bile olmayan biriyle onu reddederken kasaba öğretmenimiz artık yönünü denize çevirecektir. Bizler, yani okur, onu çağıranın aslında deniz, ölümü getirenin de giderek bir karmaşaya doğru yol alan acımasız bir dünya olduğunu romanın sonunda öğreneceğiz.

Bir kasabadan çıkıp fahişe bir kadın olan Adalet’e giden serüvende tutkularla gerçeklerin acımasızca çarpışmasını tanıklık ediyoruz. Daha 1943 yılında yayınlanmış bir roman olduğu düşünülürse Kemal Bilbaşar’ın hakkını teslim etmek gerekir. Yaşadığı çağın çok ötelerine, günümüze el sallamış…

Bireyin kendi beni ile varlığı arasında dolaysız bir iletişim kuran ve samimiyetle içini okura açan roman kahramanı romanın gücünü artırıyor. Can yayınlarından sanırım üç baskısı yapılan bu romanı okuması kolay. Çünkü anlatımı anlaşılır ve olabildiğine basit. Günümüzden yetmiş beş yıl önce yazılmış bir roman için olağanüstü bir başarı. Bilinçaltından dışarıya doğru seslenen bir dilin avlusunda varoluşsal bir tat alıyoruz okurken. Ve çok önemli bir not daha; henüz Camus’un Yabancı’sı yazılmamıştır…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı