REKLAMI GEÇ

Yol ve Ötesi – XIV-

15 Ağustos 2017 Salı

Zürih, bilinmez aklımızın gizli evi…

Dünya, gizemli suslar atlası. Susmanın çevresini süsleyen mutlak insan. Mekanı ve zamanı sanki her şeyden doymuş bir susla karşılıyor kemiklerinde. Kanıksanan ve mekanında küçülen bir oluş biçimi. Oysa aklının zirvelerine ermeli insan. Oraya ruhunun ve benliğinin gidilmemiş cümleleriyle oturmalı. Her şeyi anlaşılır kılmak için hayatını ortaya acımasızca seren insan soyunun asla anlaşılmaz bir bilinemezcilikle kendini kayıtsızca teslim ettiği zavallı gündelik yaşamına bakınca somut tutulabilir bir hayatı olmadığını kolayca kavrayabilirsiniz oysa.

Ne için bu, bunlar ve kesin aklın kutsanmış tutuculuğu…

Senin bir hiç olduğunu anlamam için dediklerine bakmak kadar yaptıklarına da bakmak yeterli bir kanıttır…

O tabut

Sedir ağacından yapılma

Ve günahsız birini taşıyor damarlarında

Çinko

Geceyle sevişebilir mi çıtır çıtır yere düşünce

Toprakta bir vücut ağırlığı

Her şey bir yere gidiyor

Dururken

Toy bir at

Kişneyip duruyor ayaksız

O tabutun içindeki ölü ben

Ben de bir gecenin tedirgin ayakları…

Bir şey diyorsun, evet… Korkunç zaferlerle süslenmiş fikrin var, evet… Tanıtlanma gereği asla duyumsanmayan bir inanç düzeneğin de… Ama hala sen bir hiçsin ve varlığın bir oluş biçimi taşımıyor evrende. Ahh, birazcık, sadece gımıcık, aklının önüne geçsen ve sen de o gizemli kuyuya taş atsan yetiverecek. Kendimi aklıselim bi dünyanın yurttaşı olarak görmeme kararına vardığım gün usuldan özgürleşmeye başladığımı da duyumsamıştım. Zira resmi ve geleneksel gözlerinizin bataklığıyla baktığınız ve karşınızda ben olarak gördüğünüz şey hiçbir zaman sizin nitelediğiniz yaftalardan oluşan bir varlık biçimi olmamıştı. Şimdi de değil…

Sizin gördüğünüz, benim olduğum şey değildi hiç.

Benim olduğum şey sizin hiçbir zaman göremeyeceğiniz bir ülkenin yoklar ülkesidir…

Çünkü

Çinko geceyle sevişir diyorum kanıt bu

Yalnızlığın

Kalabalık bir yanı da var

En çok dudağıma yakışır gitmeler bu yüzden

Her ayrılığın boğulmaya değer bir derinliği var…

İşte böyle, Paris’ten 12 Temmuz 2017 akşamı tüm yükümüzü taşıyan arabamızla ayrılırken yeni hedef Zürih’ti. Ama önce güzergâhımızı Fransa’nın dağlık ve doğal güzelliğini kuşanmış Jura bölgesi olarak belirliyorum. Burada Dole’den geçip güzergâhtaki kayak bölgelerini de tanılamak istiyorum. Doğal olarak günü Paris’te değerlendirip bir gece yolculuğuna ısıtı+yorum kendimi. Sonunda Paris’i arkamızda bırakıp düzenli tespih taneleri gibi dizilmiş Fransız köyleri ve ormanlarının arasından süzülüyor, geceye doğru arabanın içinde uyumaya başlayan Emel, Görkem ve İzlem’in rüyalarına bekçilik ediyorum.

Bu gece yolculuğu 396 km sürüyor. Yolun sonunda küçük bir yerleşim yerinde bir kampa geliyoruz. Ama kapı kapalı. Herkes uyumuş. Gece saat 01.00 civarı. Kampın güvenli kollarında zaten araba sakinleri uykuda. Ben de koltuğu biraz yatırıp arabada uykuya dalıyorum. Bu gezideki ilk araba uykumuzun başlangıcı burada oluyor. Sabaha ulaşıp saat sekizde Zürih için navigasyonu ayarlıyor ve yola koyuluyoruz. Yolda kahvaltılık şeyler için Dole yerleşkesi içine girip bir pastane buluyor ve alışveriş yapıp vira diyoruz… Hedef Zürih. Burada bizleri dayımız ve yengemiz konuk edecek. Bu Avrupa’daki ilk akraba ziyareti olacak…

Yüreğin aklını dinlememesi de var

Bu da var

Sorun bu

***

İsviçre, çocukluğumun düş ülkesi…

Nikfer’de yaşayıp büyüyen bir çocuk için dünyanın fazla bir genişliği yoktur. Oradan kurtulmayınca Nikfer’in nasıl bir yer olduğu da pek anlaşılmaz. Açıkçası Nikfer’e değer vermenin de çerçevesi dışarı çıktıktan sonra genişleyiverir. Nikfer’de kalmanın ise yükü öyle ağırdır. Düşünsenize, burada mahkûm kalınacak, bir avuç aklın çeperinde kendi güdük hayatınızı boğacak ve dünyayı siz yaratmış kadar da diğerlerine karşı acımasız bir kibrin küfrüne dönüşeceksiniz…

Bu duyum, benim doğduğum yer olan o küçük kasabaya dair tabi. Benim Nikfer dediğim şey sizin doğduğunuz ve çocukluğunuzu verdiğiniz kendi köyünüz kasabanız belki de kentiniz… Herkes kendince ait olduğu yerin yükünü, sancısını, kederini, özlemini ve sevgisini taşımaz mı? Benimkisi de işte böyle bir şey…

Anatomi derslerinde işlenen

Bir kadavraya seriliyor sevmelerim

Etimden uçuşan kuşlar

Çürüyen evren

Çalı diplerimde oynaşık

Durmadan düğmelerimden kesiliyorum ben

İçimde gitmelerden derlenmiş bir dünya…

Bizler de Nikfer’de çocukken Nikfer’de kalmanın ağrısını daha o yıllarda duymuş çocuklardık. Elbet gün gelecek ve kurtulunacak buralardan. Çocuk aklımız bunu emretse de serde çocukluğu burada geçirmek gibi bir dönemin kurbanı olunacak. Bakmayın böyle dediğime. Aslında ensemizi güvenle yaslayabileceğimiz bir aidiyet duygusunun sığınağıdır hep doğulan yerler. Çook sonraları büyüyünce çocukluğuna selam vermeye, çocukluğundan izler bulmaya veya ne bileyim eğer kötü şeyler felan yaşamışsa çocukluğunu öldürmeye de gider insan, doğduğu yere…

Nikfer’de çocukken İsviçre’de işçi olup çok uzaklara gitmiş olan dayılarımı o dönemler kurtulmuş olarak görürdüm ve ben de büyüyünce mutlaka gidecektim buralardan, çok uzaklara. İnsan kendinden öteye gidebilir mi? Buna dair hiçbir aklımız yoktu tabi o günlerde. Meğer tüm gidenler dönmenin özlemiyle bu yerlerin toprağının tadını ararlar, gurbet denen canavarın ağzında hep can çekişirlermiş. İşte o günlerde Mehmet ve Ramazan dayımın ailecek Nikfer’e dönecekleri günü sayardık çocuk aklımızla. Çünkü sadece lokum, cam şekeri, şamtatlı ve bisküvi dışında bir şeyi bulunmayan çocukluğumuzun dayılar gelince muhteşem İsviçre çikolatalarıyla bambaşka bir tadı tuzu oluyordu. Sanki o günler dayılarımın gelişinden daha önemliydi bu çikolatalar. Biz çocuklara tek tek dağıtılan bu hediyelere eklenen giysiler, ayakkabılar ikinci plandaydı bizler için. Bir itiraf da etmeli burada… Ayşe teyzem bu çikolataları sürekli saklardı ve biz çocuklar her seferinde bunları mutlaka bulur çalardık. Sonra da bizim marangoz atölyesine kaçıp, saklanarak beş altı çocuk kuytu bir köşede paylaşıp bu leziz çikolataları götürürdük. Meğer hepsi de çocuk olmanın ayrıcalıklı şölenleriymiş. Paylaşmayı da bu çaldığımız çikolatalarla öğrendik biraz. Şimdi büyümenin ağrısında sınırsız alabileceğimiz çikolataların o günlerdeki tadı elbette yok ve hiç olmayacak…

Her şey az’dı aslında o günlerde. Ve bu az’ın yokluğunda her şey çok büyük bir anlam kuşanmıştı. Bugün işte bu anlamla serinliyoruz. Çocukluğu da böyle azlarla derlenmiş bir iklimin kuraklığında geçti bizlerin. O yüzden bir anlam arayışıdır hayat dediğimiz serüven. Ah keşke, anlam peşinde değil de gövdemizin ikliminde sadece kendi egolarına mahkûm bir dilin zehirli bağnazlığıyla sürüklenseydik. Bunu başaran düzlüğe ve anlamsızlığa imrenmeli mi acep?…

Gülbahar’ın çikolata fabrikası…

Velhasıl, İsviçre’den gelmenin arkası kocaman bir boşluktu böyle. Bu boşluğu çok yıl sonra dolduruyor, Ramazan dayı ve Şengül yengenin Zürih Aarau bölgesindeki evine konuk oluyoruz. Mutlulukları bizleri de sevindiriyor. Onlar da Türkiye’ye gelmeye alışkınlar ama Türkiye’den bir misafirin, hele de 20 plakayla gelmelerine hiç alışkın değiller. Gülbahar, Hatice ve oğlu Eray da bizleri oldukça güzel ağırlıyorlar. Özellikle Görkem ve İzlem Eray’la aynı yaş olmalarına seviniyorlar. Onlara oyun arkadaşı çıktı. Bize de Zürih’i gezdirecek güzel kılavuzlar. Orada akrabalarımız Hayrettin enişte ve Hatice ablalara da uğruyoruz. Kızları Şule ve Rukiye’yle neredeyse hiç tanışmamışız. Uzaklar, akrabalıklarla araya da uzun bir zaman katıyor. Sanki ilk kez tanışıyormuşuz gibi akşam çaylarımızı koyu bir sohbetle içiyoruz.

Eyy suyu karanlık kavrayış

Kapısını vurmadan girmiştim

Bu esmer soyun ruhuna

İyi ki girmişim

İyi bi halt etmişim aklıma…

Şimdi

Günün doğumunu kuşanıp

Soyumun yerine de utanarak

Çıkıp

Gidiyorum

Usulca

Elimde tahta bir bavul

Davulsuz uzağı hoş getirecek bir sus’la…

Gülbahar Zürih’te Frey çikolata fabrikasında çalışıyor. Elbette ilk gezi durağımız da burası olacak doğal olarak. Çok güzel çikolata müzesi oluşturulmuş fabrikada. Üretimin aşamaları ve ürünler sergileniyor. Envai çeşit çikolatanın tadına bakıyoruz. Gözümüz aç ama bünyemiz hepsini kaldıramayacak. Çocuklar çıldırmış gibi. Bu Avrupa gezisinin çocuklar açısından ilk çılgın yeri burası. Müze ve kültür gezilerinden boğulmuşlardı. Karnımızı doldurup çikolatalarımızı aldıktan sonra çıkıyoruz. Gülbahar’ın personel olmasının avantajıyla elbette.

Arkasından Zürih gezilecek ve yine çocuk odaklı ben başlarında Fifa Müzesine gidiyoruz. Burada Avrupa ve dünya futbolunun gelişim evrelerini ve dünya kupası dönemlerini temsil eden şampiyonların forma, top vb eşyalarına bakıyoruz.

Dar bir sokak gibidir yaşamak

Bazen bir cümlenin sığar balkonuna

Bir yanıyla bakınca dünyadaki her şey para kazanma odaklı işliyor. Çocukların en saf duygularının sömürüldüğü yerler kurgulamak, kapitalist tükettirme faaliyetlerinin tek düsturu. Fifa müzesinde çocuklarımız eğleniyor, hevesliler. Ama gerçek beni neden bu denli rahatsız ediyor ki?

Zürih bir çok Avrupa kentine göre daha sakin ve nezih bir yer. İsviçre Frangı geçerli. Alp dağlarıyla süslenmiş ormanlık bir coğrafya. Pahalı bir yer bize göre. Ama insan her yerde insan ve sakinleriyle coğrafyayı dolduruyor. Sokaklarında arabayla turluyoruz. Fotoğraf çekmeyi ihmal etmeden. Göl kenarında oturup ben bira yudumlarken gezi sakinlerimiz de kahvelerini içiyor. Yeşilin, mavinin ve Zürih’in üç yüz yıllık evlerinin modernizmle uyumuna içiyoruz. Türkiye’den uzak olmanın gücüyle, ama dertlerini uzak tutamayan bir yakınlığın aklıyla…

Dünya giderek soğuyor ve insan giderek daha fazla üşümeye başlıyor…

Gezimiz sürüyor… Aklımız ruhumuzun komşusu… Şiir tek sığınağımız. Dünya bunu anlamıyor… Bırakalım, şairler de anlamasın. Zürih’in ikinci yazısı muhteşem bir kayak bölgesi üzerine olsun, bekleyin efendim…

Uykunun en güzel anı

Şiirle yakalanmaktır sabaha

Kent hep hazırlıksızdır buna

Köy bir tütün sessizliğinde bekler şafağı

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı