REKLAMI GEÇ

VİYANA’YI FETHETMEK… Yol ve Ötesi-XVII

5 Eylül 2017 Salı

2017 yılında bizler Viyana’yı fethetme fikriyle değil, oraları dünya gözüyle görüp, gezip oradan da ülkemize geçmek fikriyle Münih’ten yola çıktığımızda vakit öğleyi bulmuştu. Vedalaşmak zor. Öztürk ailesi bizi 4 gün çok güzel ağırladı. Ama artık yol zamanı. Diğer ekip arkadaşlarımız Münih’ten direk Türkiye yaparak dönüşe geçtiler. Ama biz önce Viyana, sonra da Zagreb, Üsküp, Selanik, Kavala kentlerine hedef çiziyoruz.

Hazır Avrupa’yı turizm fikriyle fethetmişken yol güzergahında görülesi yerlere uğramak gerek. Zaman akıyor. Vakit dar, dünya giderek ısınıyor ve bu büyük bir soğumanın habercisi sanki. Taş taş üstüne koymaya pek de istekli olmayan aç gözlü iktidarlar ve zenginlerin devletleri yer altından dünyanın ayaklarını kaşıyor. Talan edilmedik ne varsa bulup metaya çeviriyor ve doğa bu durumdan nicedir rahatsız. Bakmayın sahnede birbirlerine diş geçirip politikacılık oynadıklarına, sahne arkasında hepsi de bir araya gelip kadehlerini tokuşturuyorlar. Her şey bu sürünün, kendini insan sanarak yavaş yavaş ve hissetmeden sömürülmesinin çarkıyla dönüyor. Böyle işte, Münih’ten Viyana’ya doğru arabamızın tekerlekleri arasında kayan yolun hızla azalan zamanına tutsak aklımızla yönümüzü doğuya dönmüş dönüyoruz.

***
Dünya kalbini yitirmiş sıradan bir şehir işte böyle
Diyelim ülkem gibi aklı karışık bir şey
Her insan kendi ağrısında ezilir biraz da…

Viyana iki kez Osmanlı tarafından işgal edilip alınamamış bir yer. Dolayısıyla Avrupa biletinin alınamadığı bir geçiş kapısı. Bu iki savaş ve işgal girişiminden sonra Avrupa’nın bize pek de iyi gözle bakmamasını yadırgamamak gerekiyor. Ancak biz Almanya kapısından girerken anlamıyoruz bile Avusturya’ya girdiğimizi. Bir nezaket ve üslup var Viyana’da. Aynı zamanda başkent. Tarih boyu orta Avrupa’nın kültür ve sanat şehri niteliği almış. Mimari doku sizi kuşatıyor hemen. Tüm ortaçağ boyunca önemli politik ve kültürel ortama sahne olan kent hala tarihiyle nefes alan canlı bir doku üzerinde yaşıyor gibi. Sigmund Freud’un doğup büyüdüğü ve müziğin adeta başkenti olan Viyana Strauss, Schubert, Mozart, Haydn, Beethoven, Brahms gibi nice müzik dehasına da yurt olmuş.

Tuna nehri çevresinde 3 bölgeden oluşan kent barok dönemi mimarisiyle özgün bir kültür mirası. Budapeşte gibi buradan da etkileniyoruz. Mutlaka daha uzun süreliğine gelinesi bir yer. Hofburg Sarayı ve Stephan Katedrali arasındaki Graben Meydanı sizi heykelleriyle ve peyzajıyla büyülüyor.


***
Söz ne kadar akarsa o mavi çöle
Yaşamak hazzıyla başlar ölüm
Ve kentin susuşu da bir törendir aslında
***


İlk gün kentin akşamına tanıklık etmek istiyoruz. Çadırımızı kurduktan sonra hemen metroya atlayıp çocuklarla bir gece turu yapacağız. Bir yandan hava kararmaya başlıyor. Kamp rezervasyonundan Viyana haritamızı alıp durakları işaretliyoruz.

Nerede inip nerede bineceğimizi belirledikten sonra yürüyerek metro durağına gidiyoruz. Çocukların zihni daha parlak. Kent merkezinde metrodan inip yeryüzüne daha çıktığımız ilk anda büyüleniyoruz. Muhteşem bir mimari karşılıyor bu gece bizi. Elbette kararan hava sürpriz yaparak ilk damlasını da bırakıyor… Bu akşam çiseleyen yağış altında saçaklardan geçerek büyük bir daire çiziyoruz. Yürüyüşümüz bu mimari doku arasına sinmiş dükkanların arasında devam ediyor. Hemen her köşede sanat merkezleri, müzik oda ve salonları, resim sergi salonları ve heykeller. Kent mimarisiyle ışıkların senkronize uyumu ile kararan gece mistik bir Viyana müjdesi veriyor bize. Giderek ıslanırken aklımız çadırımızda. Pek de güvenli bırakmamıştık çadırı. Yağmur fırtınasında uçmuş bile olabilir. Fazla ıslanmadan tekrar metroya binip geri dönüyoruz. Metronun içinde bile bizi şaşırtan güvercinler, insanların arasında beslenme güdüsüyle dolaşıyor umarsızca. Kampa geldiğimizde uçan kilimimizi uzak bir yerde bulup getiriyorum. Çadırımızı yağmura güvenli hale getirip derin bir uykuya bırakıyoruz kendimizi. Yarın kent gündüz gözüyle gezilecek ve Zagreb tarafına yola düşülecek. Öyleyse hemen düşlere dalmalı…

***
Yine bir çalı gerillası uyuyor nöbette
Gitarının tellerine tünemiş yalnızlığı
Çekip gidesi de var ama gitmekle gidilmiyor
Susmakla dinmiyor bu için için bağırtan kanama…

Viyana’da da yağmurun şarkısını dinliyoruz…
Gece yağmurun şarkısıyla sabah uyanmayı, çadır kampçılık tarihimiz boyunca bu Avrupa seyahatinde yaşadık. Türkiye tatillerinde yaz ayında yağmur pek olağan bir şey değil. Sabah uyanıp Viyana’yı gündüz gözüyle duyumsamak için hala sabırsızız. Tuna nehrinin adeta şarkı söyleyerek geçtiği Viyana, ormanlarla çevrili bir bölge. Yemyeşil doğası verimli tarlalarıyla şarap üretiminin de merkezi. Sadece mevsiminde şarap üreten ve adına Heurigens dedikleri Viyana’da başka yer yapım şaraplar da içilmezmiş.

İçe dönük bir mırıltıdır yalnızlık


Eşsiz müzeleri, konser salonları ve Barok dönemi mimarisiyle doğal bir müze olan Viyana’da ikinci gün gündüz aklıyla gezimizi sürdürüyoruz. Arabamızla kent meydanına gelip bir park yeri buluyoruz. Tam da Hofburg Sarayı’nın bulunduğu meydandayız. Avusturya yaptıysanız bu saraya mutlaka gelinirmiş. Biz de geldik. Saraylar bende bir antipati uyandırsa da Emel özellikle içine girmeyi ve gezmeyi önemsiyor. Versay Sarayı’na giremeyen Emel için burası mini bir teselli. Mini desem de saray oldukça heybetli ve büyük. Üç bölüme ayrılmış sarayda Sisi Müzesi, İmparatorluk daireleri ve değişik koleksiyonlar sergileniyor. Emel içeriyi gezerken biz de çocuklarla sarayın çevresinde turluyoruz. Ayrıca sarayda halka açık büyük bir kütüphanenin de olduğunu söylemeliyiz.

Karanlığı kovan bir şey var gece bekçilerinde
***
Polis dinlemiyor yalnızlık
Yanlış bir kavşağa dalan şehir
Herkesin içinde suskun bir eşgiya
Ve katılaşmış bir direnç var

Durağımızın diğer ayağı da Barselona’lı Gaudi’den esinle yapılan Hundertwasser evleri. Avusturyalı mimar-sanatçı Friedensreich Hundertwasser tarafından yapılan bu evler 1986 yılında açılmış. Mimarımız bu eve girenlere şu sözüyle karşılıyor: “Doğayla barışık olun, yağmuru kurtarın, her yağmur damlası doğadan öpücüktür.” Yurdum mimarlarına buradan el sallayalım…


Ve bir kadın uyanır
Her sabah kentin dişlerinden
Kurtulamaz aklını yitirir usulca…

Şarabı, müzeleri, konser salonları, kütüphaneleri ve yeşil doğasıyla çok farklı bir yerdeyiz Viyana’da. Ama alabildiğince doğal bir oluş olamaz mıydı bu? İnsanın sosyal ve kültürel değerlerinin doğayla barışık kurgulandığı hangi yurt bu eşsiz güzelliğe bürünmez? Geldiğimiz tarihsel sefalette ne yazık ki kentlerimiz insanlığın bilinçli, estetik ve doğasına uygun bir anlayışla kurgulanmıyor. Varsa yoksa talan, kaynakları eritip ranta dönüştürme, aklın ve kalbin sömürülmesine dair işleyen resmi şiddet… Yurdum insanı inşaat sektörünün çimentosu, boşa hayat geçirmenin inançlarıyla doldurulmuş yoksul evi. Peki sizin de hakkınız yok mu başka yerlerin düşünü görmeye, başka diyarların havasını solumaya ve başka türlü diyeceğim ama aslında sadece bir insan gibi yaşamaya…

Bu sizin temel talebiniz olmadığı müddetçe gideceğiniz en uzak yer zavallı düşünmeyen kalbiniz, sığınacağınız en yakın yer de tek bağınız kalan köyünüz…

Eyy şehir
Olmayan köprülerine el sallıyorum tek anlamım bu…

Kendi gövdenizin yabancılaşan ve can çekişen boşluğunuzda sizlere tatlı rüyalar… Ama bizim gezimiz sürecek. Vakit öğleden sonra oldu. Araba hareket etmeli. Yeni etabı navigasyona yüklüyoruz. Akşama gece olmadan yetişip çadırımızı kurmak zorundayız. Hedef Zagreb ve yeni bir ülke daha, Hırvatistan.


***
Ahşap saçak altlarına sığınıyorum
Elimde zamanın şarabı
Gemilerimde dağılmış söz kırıkları
                                     Tek limanım bu…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı