REKLAMI GEÇ

BİR İSTANBUL MANZARASI (MASALI)

21 Ekim 2017 Cumartesi

Bonnard (1867-1947) yeni keşif alanım. Onu inceliyorum bu aralar. O bir ressam. 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı yaşamış. Daha önceleri çok üzerinde durmadığım, (ilgimi hep aynı dönem ressamlarından VanGogh, Gauguin, Picasso, Matisse, Lautrec daha çok çekmiş) müzelerdeki eserleri önünde daha az vakit geçirdiğim bir ressamdı. İyi bir Fransız, Degas’tan ilham alan iflah olmaz bir “izlenimci” olarak geçiyordu adı.

Dönem ressamları arasında çarpıcı olmayıp sıradan yaşantısıyla sanatına, izlenimciliğine fazla bir şey katmadığı düşünülse de, resimleri hep bir alıcı buluyor, yıllar geçtikçe değeri hızla artıyordu. Son yurtdışı müze ziyaretlerimde önünde sık durmaya, resimlerinin bulunduğu salonlarda daha fazla vakit geçirmeye başladığımı fark ettim birden. Bol figürlü, dönemin günlük  kadın hayatını (banyo yapan, güneşlenen, yemek yiyen, kahve içen kadınları gibi) anlatan resimlerinin dışında, pastoral, manzara ve ağaç ağırlıklı resimlerine de sık rastlanıyordu.

Ağaç…
Garip bir şekilde ilgi alanım kadınken ağaçlarına merak sardığımı da fark ettim.
Beni ağaç resimlerine çeken şeyin, izlenimci anlayışı ile ağaçlarını, değişen gün içindeki ışık-gölge perspektifinden yorumlaması mıydı, yoksa onun ağaç hakkında okuduğum bir anısı mıydı?

Siz hiç ağaç satın aldınız mı?
Bahçeniz için alınan ağaçtan bahsetmiyorum. Cebinizden para verip ,bulunduğu ortamdan kesilmemesi için mücadele edip, manzaranın bir parçası olarak kalması için para ödediniz mi? Bonnard yapmış. Bonnard’ı benim gözümde daha da yıldızlaştıran şeylerden biri de buydu. Ağaç sevgisi!
“Bonnard bir sabah Ma Roulatte’a giderken, kadim bir kavak ağacının yanında bir şeyler görüşen iki adama doğru içgüdüyle yürüdü, çevredeki manzarada önemli bir rol oynayan ve yanından her geçişinde onu dostça selamlayan bir ağaçtı bu.

Biri arazi sahibi, diğeri kereste tüccarı olan iki adamın ağacı kesme konusunu görüştüğü ortaya çıktı. Bir anlaşmaya varmış gibiydiler. Cebini yoklayan Bonnard, alıcının teklif edebileceğinden daha fazla banknotu çıkardı ve böylece ağacı kurtardı. Köpeğiyle şaşkın bakışlı adamların arasından keyifle yürüdü gitti. Çünkü yaşlı kavak o hayat dolu manzarayı korumaya devam edecekti…”
Sanırım çok resminde o kavak ağacı vardı.

Geçtiğimiz hafta sergim nedeniyle İstanbul’daydım. Bu şehirden her dönüşümde tarifsiz bir hüzün kaplar içimi. Trafik tam anlamıyla keşmekeştir, kalabalık cabası, şantiye görünümlü yollar ve acımasızca göğü delen garabet inşaatlar işin felaket kısmıdır. Bu şehirde hayat bitmiştir, sözcüğünü bana sıkça söyletir. Bu sefer uzun zamandır yolumun düşmediği Anadolu yakası için sarf ediyordum aynı cümleyi. Beni en fazla da rahatsız eden şeyi ağaç yoksunluğu olmuştu. Daha uçak iniş takımlarını çıkarırken kuşbakışı manzaranın ürkütücülüğü beni panikletmişti.
Ölü bir şehre mi iniyordum?
Ağaç yetmezliğinden bir şehrin ölümüydü gözlemlediğim/iz!
İnsan da dahil hiç bir canlının barınamayacağı, Mars’ın uzaydan görünümü gibi beton kulelerden oluşan bir çöl!


İnsanı nefessiz, oksijensiz ve havasız bırakan ölü bir manzara.

İstanbul ki Boğazı, ağaçlarla kaplı dağlık sırtları, eşsiz doğa harikası ve tarihi yarım adası ile şairlerin ilham kaynağı olmuş dünya harikası olarak hafızalara kazınmış şehir. İstanbul manzarasına adalardan, (‘Prens adaları’ diye geçen Büyükada, Küçükada, Burgaz, Heybeli, Kınalıada vs.) bakmanızı tavsiye ederim henüz o adalarda ağaç varken. Yeşilliklerin içerisinde kaybolmuş evleri, yalıları zor seçerken, bir zamanların İstanbul kıyılarının da böyle olduğunu tahayyül etmeniz için ara ara ada vapuruyla bir gezinin. Ağaçların denizle buluşmasını, yeşilliklerin denizle ahenkli oynaşmasını izlemek için. Bir de kafanızı çevirip karşıya bakın yani İstanbul’a. Bir şehir değil gördüğünüz manzara, yeşilliksiz bir kabristan gibi. Bağrına saplanan adı her neyse, rezidans, AVM diye geçen hançer gibi tıraşlanmış toprağa saplanan ucubelere bir bakın. Ağzınızdan bir Fatiha dökülür gayri ihtiyari. İstanbul ölmüştür!
Bonnard, cebinden para ödeyerek kavak ağacını manzaraya bağışlarken, manzarayı sanatıyla ölümsüzleştirirken insanlığa adamış, sonsuza kadar korumaya almıştı.

Var mı üstüne para verip, ağacı manzarasına bağışlayan? Şu günlerde okuduğum en anlamlı hayat hikayesi, anekdotuydu. Bizler bunu yapsaydık, kim bilir kaç İstanbul manzarası kurtulurdu. Hatta evimizin önü, yolumuzun karşısı, komşumuzun bahçesi, her gün günaydın dediğimiz yolumuz üstündeki koruluk ve Türkiye..
Rezidanslarla, AVM’lerle, falanca kulelerle, bilmem ne yapı tarzı yaşam biçimlerine, yani modern İstanbul masalına, rant uğruna dünyanın en güzel şehrini, en güzel, en estetik manzarasını  kurban verdik!
El Fatiha….mı?

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı