REKLAMI GEÇ

ZORAKİ FOTOĞRAFÇI!

6 Nisan 2016 Çarşamba

(Fotoğraf Zamanı)

Hava güzel, ağaçlar çiçeğe durmuş, dereler gürül gürül, kelebekler uçuşuyor, gökyüzü masmavi…

Diyaframı ayarla, enstantaneyi yakala, kelebeğe zumla…
Zaman fotoğraf zamanı…
Şüphesiz araziye çıkıp fotoğraf çekmenin zamanı yoktur. Hele ki dört mevsimi çok güzel yaşayan ülkemizde, her mevsim ayrıcalıklı güzelliktedir. Ama bir baharı vardır ki, ağaçların renk renk çiçeklendiği, filizlendiği… Fotoğraf çekmesini bilmeyenlerin bile iştahını kabartır, değme ustalara taş çıkartacak enstantaneler peşinde koşturtur…

Konuya girmek bu kadar zor mudur?

Konu şu, elimde bir fotoğraf makinesi var, hediye…
Benim için fotoğraf, anı belgelemek ve “çiiiiiz” diye sırıtarak verdiğimiz grup fotoları demekti. Bunun dışında hayatımda pek bir önem ve yer teşkil etmiyor… du!

Öyle sanıyordum.

İçinde yer almadığım fotoğraf karesi ile de pek ilgilenmiyordum.
Ne ışık, ne gölge ayarı… Beni güzel gösteren fotoğraf en güzeldi.
Son zamanlarda moda olan uzun selfie çubuklarına verdiğimiz en musmutlusundan arkadaş, kanka pozlarını saymazsak, fotoğraf makinelerinin uzuun evrimini unutup, fotoğraf makinesinin cep telefonlarından ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Öyle sanıyordum.

Duvarımda asılı duran büyük anne ve büyük baba, aile yadigarı fotoğraf, fotoğrafın evrimini hatırlatan tek somut kanıttı. Devasa boyutlu, siyah örtülü, kocaman ayaklı, kocaman flaşlı kutuların, “İstanbul hatırası” perdenin önünde asık ve ciddi bir şekilde kıpırtısız verdikleri siyah beyaz, donuk tunuk, sonradan ressam eliyle rötuşlanmış fotoğrafların küçük dünyaların büyük icadı olduğunu hatırlatıyordu biz üçüncü, dördüncü kuşaklara.. Sanat eseriydi benim için onlar.

Ara Güler fotoğrafları gibi.

Zaman içerisinde fotoğraf sanatına ilgim ve hayranlığım açılan sergilerle artmış olsa da bu fazla profesyonel cihazlara mesafeli durdum hep.

Ta ki hediye edilene kadar.

Deklanşöre basıldığında makine üzerine düşeni yapıyordu da insani bir yorum, hayata vizörden bir bakış için makinanın hakkını da vermek gerek diye düşündüm ve soluğu fotoğraf sanatçısı, eski dost Zeki Akakça’nın yanında aldım “Gözünü seveyim şu makinayı hakkıyla kullanmayı öğret bana!” diye.
Bastın mı çekersin, ne olacak ki anlayışı ile geçtim işin başına ama o da ne?
Enstantane, Diyafram, İSO (ışığa duyarlılık) diye başlamaz mı Zeki Hoca!
Hööö, bu ne? ‘matematik dersinde miyiz’ oldum!

Ben matematiği, üç bilinmeyenli denklemi kavrasaydım vaktinde, alim olmuştum, alim!
Kastım tabii ilk etapta, canım da daraldı… Dersi kırmanın yollarını aradım önce.
Ama işin alan uygulaması, teorik olarak öğrendiğinin hayata geçirilme kısmı, hesap, kitap işi gibi değildi şükür ki. Açık hava, mis gibi dağ, köy, ova, vadi, her ne ise işin coğrafya kısmı, düğüm olmuş beynime iyi geldi. Bol oksijen, dağ havası, Babadağ, yamacı, yaylası… Hiç düşünür müydüm ki, çorak bir toprağın içinden kafasını uzatmış bir papatyanın, ya da gelinciğin çevresinde dört dönüp, türlü akrobatik hallere girip, fotoğrafını çekmeye çalışacağımı?
Yok yakın çekim, zumlama, iso ayarı, diyafram, güneş geldi, bulut gitti, ışığa göre düşürülen, arttırılan rakamsal değerler… Derken beynim tekrar çorba!

Meğer ne zormuş fotoğrafçılık…

An yakala, enstantane kolla, pozlama, derinlik ayarı, uzun çekim, tül çekim, seri çekim. Eskiden fotoğrafa bakar manzaraysa manzara, figürse figür der geçerdim. Şimdi ışığın değerleri, netliğin özelliği, doğru pozlama, silüet çekim; onu öğrenmeye başladım. Sanatsal özellikleri fark etmek, çekenin gözüyle değerlendirmek, iyi fotoğraf çekmenin püf noktalarını anlamak, bir de bu gözle resmi eleştirmek… O ağaç, o yaprak, o çiçek kolay çekilmiyormuş öyle canımm… Her tarafım tutulmuş vaziyette, fazla oksijen çarpması mı oldum, yoksa bu çarpan bahar mı?
Bana sorarsanız fotoğrafçılık fena çarptı beni.

Dünyayı bir kadrajdan görmeye başladım. Bir algı açılması, vizör çarpması….
Yiğidi öldür, hakkını yeme!
Yaz, kış tabiat olaylarını yakalamak için günlerce enstantane peşinde koşan fotoğraf sanatçılarını şimdi daha çok takdir ediyorum ve sergilerini dört gözle bekliyorum. İçimde ki sanatçı mı uyandı ne?
Yerdeki börtü böceğe, daldaki çiçeğe daha farklı bakmaya başladım.
Bademin çiçeğe durması, suyun çağlaması, papatyanın boynunu bükmesi…
Neymiş, diyaframı kıs, İso’yu ayarla, zumla, deklanşöre bas!
Hocam, uzaktaki dağın zirvesini net çekmek için ne yapıyorduk?
Hocaam, İso neydiii?
Zor iş şu fotoğrafçılık… Zor!
Ama güzellikleri fark etmek ve yakalamak için değer!
Alın elinize makinenizi, çıkın doğaya, henüz “bahar” kaçmadan,
çekin çiçeği, böceği!
Çektiğiniz bugün sanat olmaz ama belki bir gün olur!
Hamiş: Selfie çubuğu asrın son icadı değilmiş! MİŞ!!!
Öyle sanmışım.

Yorumlar

Zeki Akakça   -  Bağlantı 7 Nisan 2016, 09:49

Çok doğal, sıcak ve dolayısıyla samimi bir anlatım olmuş. Ama korkulacak kadar zor değildir fotoğraf çekmek, makineyi ele alıp dışarı çıkınca her şeyi unutursunuz.Teşekkürler.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı