REKLAMI GEÇ

Büyük menderes: AĞLAYAN NEHİR

25 Temmuz 2014 Cuma

denizli-yasar-tok-buyuk-menderes-aglayan-nehir-kirlilik-h

Büyük menderes nehrinin muazzam bir tarihi var. Öyle alışılmış tarihlerin hiç birisine benzemiyor. Resmi tarih yazıcılarının naif ve millici havsalalarının kolayca kavrayacağı cinsten değil. Kendine özgü, nevi şahsına münhasır dediğimiz cinsten bir tarihsellikle haşır neşir olagelmiş. Kahramanı bol, draması bol insanı, hayvanı, bitkisi ve elbette suyu bol bir tarih. Bu unsurların hiç biri yek diğerinden bağımsız değil. Hepsi birbirine doğanın sağladığı eşitlik düzeyinde bağlı ve muhtaçlık ilişkisi içinde varlığını sürdürmüş.

Bu söylediklerimizin kanıta ihtiyacı yok. Nehir üzerinde yapacağınız orta ölçekli bir gezi size bunun böyle olmadığını gösterir. Zaman ve ilginiz elverirse bir gün tutup yola çıkın, bir-iki gün nehir boyunda gezinin, insanlarla görüşün, balıklar ve kuşlarla konuşun, bitkilerle arkadaş olun, suyla yoldaş… Çivril’de bir elma yiyin, Yenicekent’te birkaç salkım üzüm koparın, Nazilli’de zeytini, inciri, narı koklayın, elverirse yanınıza Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu alıp yine Kuyucak civarında, nehir boyunda bir ağaç gölgesine postu serin, o kitabı orada okuyun. Fazladan birkaç saatinizi alır. Apemeia’dan Apollon Lairbenos’a, Tripolisten Sultanhisar sırtlarındaki Nysa antik kentine, Trailles’ten Menderes Mangesia’sına, oradan Priene’e, Miletos’a uzanın. Yoruldum demeyin sakın. Son durak Didyma Apollon tapınağına vardığınızda devasa sütunların ve taş yapı labirentlerin gölgesi sizi serinletip dinlendirmek için hazır bekliyor olacak.

10

Ne göreceğinizi kısaca tarif edelim.
Alışılmış, henüz ortaokul ders kitaplarından başlayarak bilincimizi çizik bozuk eden tarih algınız ters yüz olacak. Zorlamayla yaratılmış kahramanların yerini gerçek efsaneler ve kahramanlar alacak. Tarihin geç dönemlerinde başlatılan kurgusal toplumsal yaşam biçimleri yerine, gerçek tarihin çok eski çağlarına uzanan insanlık formlarına tanık olacaksınız. O toprakların sadece savaşlarda yaşamını yitiren insan kanıyla değil, gerçekten Büyük Menderes nehrinin suyuyla beslendiğini göreceksiniz. Ekmek, zeytin ve şarabın yüzlerce yıl en temel, en kutsal, en yaşamsal gıda maddeleri olduğuna şahit olacaksınız.

Bunları size hiç kimse anlatmayacak. Sağda solda görüp okuduklarınız bir yana, suyolunun sessiz fısıltılarına kulak verecek, her şeyi böyle görecek ve öğreneceksiniz.Velhasıl, Menderes sizi başka bir dünya boylamına taşıyacak, siz de sunulmamış, ön kabullerin dışında, verili olmayan bir başka tarihin ve suyun tanığı olacaksınız.
Biz gezip gördüklerimizi, anlayıp algıladıklarımızı böyle tarif edebiliyoruz. Bu gün içimiz acıya acıya, o nehre yapılanlara duyduğumuz öfkeyi bastıra bastıra kaleme döküyorsak, bu sakinliğimizin nedeni Menderes’in, her durakta kulağımıza bilgece üflediği metanet dileğidir.

8

BİR OLGU, BİR TESPİT, BİR KANAAT
Geçtiğimiz hafta PAÜ öğretim üyesi Prof.Dr.Mustafa Duran’ın anlattıkları hepimizi bir kez daha sarstı. Hocanın söyledikleri elbette pek bilinmez şeyler değildi. Ancak, öyle garip zamanlardan geçiyoruz ki, gerçeği görmekle söylemek arasında makasın ucu giderek açılıyor. Görüyoruz konuşamıyoruz, biliyoruz yazamıyoruz. İş yaşamı ve ekonomik değerlere atfedilen üstünlük, onu fildişi kuleye yerleştirdiğinden hakkında tek kelam etmek günah işlemekle eşdeğer hale geldi. O nedenle Menderes Nehri üzerine konuya baştan sona vakıf Mustafa Duran gibi hocaların söyleyecekleri ve bunun kamuoyu ile paylaşılması neredeyse sıradışı bir tutuma dönüştü.

Bizim o söyleşiden aldığımız keyfe vurgu yapmıştık. Ancak belirtmediğimiz bir nokta daha var, onun da altını çizip gezi serüvenimize devam edelim. Mustafa Duran Hoca ne demişti, “Sanayi ve tarım atıkları Menderes’i kirleten iki önemli faktör. Fabrika ya da tarla sahibi verim elde ettiği sürece dönüp arkasına bakmıyor. Halbuki hayatın içinde bu var. Yediği içtiği ekmek ve sudan, tükettiği sebze ve hayvana kadar olumsuz etkiler kendisine de geri dönüyor. Ama bunu idrak edemiyorlar.”

Gerek sanayi, gerek tarım ve gerekse evsel atıkların Menderes nehrinin kirliliğinde en önemli faktörler olduğu gerçeğini kime sorsanız bilir. Bilir ama dillendirmez ya da susar. Valiler arası Menderes ile ilgili (şimdi lağvedilen) kurul zamanında TUBİTAK MAM’ın hazırladığı raporu anlamaya çalışıyorum. Oldukça teknik bir rapor, kolayca okuyamıyorsunuz. Ama anlaşılır olan yanı şu ki, nehir yolu üzerinde atıklarını nehre boşaltan yüzlerce yerleşim var. Bu yerleşimlerin deşarj, arıtma ve kanalizasyon sistemleri ile ilgili toplam maliyet aynı rapora göre 40 milyon civarında (yanılmıyorsam TL bazında.) Bu konuda ne zaman ve nasıl adım atılır bilmem ama, önce sorulması gereken soru, bu adım atılır mı?

9

MENDERES RANT ALANI DEĞİL
İki yıl önce nehir üzerine bazı mali desteklerle rapor hazırlayan dernek ve vakıflar tarafından, Denizli’de yapılan bir toplantıya katılmıştım. Bana yöneltilen bir soruya verdiğim yanıtta, “Menderes nehri üzerine iyileştirme, kurtarma ya da havza planı adı altında yapılacak hiçbir projenin gereken desteği sağlayacağına inanmıyorum. Çünkü nehir suyolu, daha önceden de olduğu gibi son 10 yılın siyasi yönetimlerinin rant anlayışına takılacaktır. Menderes hiçbir projede kolayca rant sağlayacak durumda değil. Kaynak aktarırsınız, bu kaynağı yutar. O hale getirmişiz çünkü. O nedenle rantın olmadığı yere yatırım yapılacağına inanasım gelmiyor!”

Orada ifade ettiğim kanaat henüz değişmedi. Gezip gördüğüm, konuştuğum insanların inançları ve tutumları da bu kanaati sürekli kılmama yol açan en önemli etken. Bu nedenle, önce merkezi ve yerel yönetimlerin “Menderes’ten kolayca ve kısa vadede rant elde etmek mümkün değildir. Orası bir rant değil, üzerinde yaşayan önce modern yerleşmelerin, sonrasında tarihsel ve doğal birikimin korunması gereken Batı Anadolu’nun yaşam kaynaklarının başında gelen bir coğrafi alandır” diye düşünmeye alışmaları gerek. Bu düşüncenin ilerleyen gezi dönemlerinde yeni verilerle zenginleşeceğine inanıyorum.

***

Geçen hafta Mustafa Duran Hoca ile ara verdiğimiz güzergah takibimize devam ediyoruz.
O ilk gezi günlerimize Hakan Keysan’la birlikte çıkmış, yaklaşık üç gün boyunca yaptığımız bu gezinin Çal’da sona erdiğini belirtmiştik. Doğrusu yolculuk Çal Belediye Başkanı Fethi Akcan’ın makam odasında sona ermişti. Onunla makamında uzunca bir görüşme yapmış, Büyük Menderes’in Çal topraklarında yaşadığı sorunları kendisinden dinlemiştik. Bu röportaja sonraki yazılarımızda yer vereceğiz. Bu gün ise Çal’a kadar gezip görme faslımızı kaleme dökelim.

5

SUYOLU HÖYÜKLERİ
Sanırım 2007 yılıydı. O tarihlerde yine bir belgesel çalışması için yollara düşmüş, Prof.Dr.Bülent Topuz’la birlikte Çivril’e uzanmıştık. Kitapçılık yıllarımdan özel bir ilgi ile adlarına aşina olduğum İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nden Lloyd-Mellart ikilisinin 1950’li yıllarda beş yıl kadar kazdığı Beycesultan Höyüğü’nü merak ediyordum. Höyükten o kazı döneminde çıkan pek çok buluntunun şimdilerde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilendiğinden haberdardım. Doğruca Beycesultan kazı alanına vardık. O yıl kazılar yeniden başlamıştı. Ekip Ege Üniversitesi Prehistoria(tarihöncesi) bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr.Eşref Abay başkanlığında çalışıyordu. Eşref Hoca ile ilk o zaman tanıştık. Henüz şimdiki kazı evi yoktu, Çivril’de kaymakamlığın tahsis ettiği bir binayı kazı evi olarak kullanıyorlardı. Hoca bizi öğle yemeğine davet etti ve Kazı evine o gün gidip kamera çekimleriyle kazının ilk yılına ait buluntuları kayıt altına aldık.

11

Sonraki yıl yeniden gittik. Eşref Hoca’yı aradığımızda Baklan girişindeki büyük höyükte yüzey araştırması yaptıklarını, oraya gelmemizi söyledi. Gittik, yüzey araştırmasını izledik, konuştuk. Orada işleri bittiğinde Çal’ın Aşağıseyit köyü civarında bir başka höyüğe gideceklerini, istersek katılabileceğimizi söyledi. O geziye de katıldık. Menderes’in hemen bitişiğinde, nehir dibinden dik bir yamaçla yükselen, etrafı doğal kayalarla sur biçiminde çevrilmiş tepecik bir alandı. Eşref Hoca gelmeyip ekibi göndermişti. Bize kazı ekibinde halen çalışmakta olan Dr.Fulya Dedeoğlu rehberlik etti. Baklan Ovası ve özellikle Büyük Menderes Nehri civarındaki höyüklerden, sayılarından ve yerleşme özelliklerinden söz etti. Keramik buluntuların tarih belirlemedeki değerini, yüzey bulgularının bilimsel saptamalardaki önemini de ayrıntılarıyla anlatmıştı.
Menderes’i ilk o dönem merak etmiş, günün birinde fırsatım olursa nehir boyunu izleyerek ‘keşfetmek gerektiği’ duygusunu hissetmiştim.

12

PELTAİ KÖPRÜSÜ’NDE!
Çivril’den çıkıp Çal’a doğru yol alırken, yedi yıl önceki o duyguyu hatırladım. Şimdi gerçek oluyordu. İki gündür Çivril, Işıklı, Dinar civarını adım adım gezmiş, kendimizi zamana adapte etmiştik.
İlk durağımız, Işıklı Gölü’nün karşı taraflarında kurulduğunu sık sık Bilal Söğüt’ten dinlediğim Peltai kentine ait olduğu varsayılan köprü oldu. Köprü Menderes nehri üzerinde kurulmuştu. Işıklı Gölü’nden çıkan nehir suyu üzerinden geçiş sağlıyordu. Halen kamyonlar dahil tüm araçların kullandığı bir köprü. O kadar sağlam.

___________________________________________________

Bahar_imaj_450x150

___________________________________________________

Köprünün altına iniyoruz. Su oldukça berrak. Daha doğrusu akışkan olduğu için kirlilik unsurlarını temizleyerek geliyor. Üzerinde Özel İdare logosu bulunan bir sulama tankeri nehirden su alıyor. Özel İdare kapansa da logosu kalmış yadigar. Köprü ayaklarını inceliyoruz. Büyük olasılıkla Roma döneminde yapılmış. Sonraki dönemlerde sağlamlaştırmak için devşirme malzeme dediğimiz, antik kent mimari kalıntılarından mermer özellikli parçalarla desteklenmiş. Suyun aktığı kuzey batı yönünden yaklaşıp bakıyoruz, mermer frizler, sütun altlıkları ve antik kamu yapılarına özgü mermer işleme taşlar düzensiz olarak kullanılmış. Yaklaşık 5 metre genişliğindeki köprü ayaklarının bir bölümü zarar görmüş. Olasılıkla, hazine avcıları (antik buluntu hırsızları mı demeli?) belki bir şey çıkar umuduyla köprü uzantılarının üzerine oturduğu yükseltme duvarlarını delik deşik etmişler. Su sakin bir hızla akıyor. Su tankerinin şoförüne yaklaşıp soruyoruz, sanki emir almış gibi konuşmak istemiyor. Belli ki aracımızdaki ‘basın’ logosunu görmüş, ürküyor.

10

Bir süre oyalanıp yeniden yola çıkıyoruz. Peltai antik kenti konusunda Prof.Dr.Bilal Söğüt’ün söylediklerini anımsamaya çalışıyorum. Kentin yeri tam olarak bilinmiyor demişti hoca. Ama antik kaynaklardaki bilgilere bakarak nerede kurulduğunu tahmin etmek mümkün demişti. Biz işte o tahmini coğrafyanın neredeyse ortasında köprü ‘ziyaretine’ gelmiştik.

Yol boyu çiçek açmış haşhaş tarlalarını, pancar tarlalarını, elma bahçelerini izleyerek yol alıyoruz. Bazen tarih öncesi yerleşme höyüklerine rastlıyoruz. Tarihini merak ediyoruz ama konuyu dağıtmayalım deyip geçiyoruz. Zaman zaman nehir suyunun sulama kanallarındaki kirliliği demeyelim ama kapakların bulunduğu yerlerdeki biriken kirliliğini gözlüyoruz. Sulama kapaklarının bulunduğu küçük havuzlar adeta yol üstü çöplüğü haline gelmiş. Bazı yerlerde su görünmüyor. Çöpün içinde ne ararsanız var. Madeni, plastik atıklar başta geliyor. Çoğu plastik atık zirai ilaçlama kaplarından oluşuyor. Birkaç yerde durup fotoğraf çekiyoruz, baş etmek mümkün değil. O kadar çok ki! Henüz mevsim çok uygun olmadığından, önümüzden, arkamızdan zaman zaman geçen traktörler dışında bu bölgedeki arazilerde neredeyse çalışan kimse yok.

Nihayet Çivril-Baklan yoluna çıktık. Yol üstünde oyalanmak isterseniz, pek çok sebebiniz olur. Bunlardan bir tanesi Beycesultan Höyüğü’dür. Ama höyüğe girmiyoruz. Muhtemelen sadece bekçi vardır. Henüz kazı dönemi başlamadı. Ardından Yassıhöyük, devamında Kavak köyüne kadar yola revan oluyoruz.

6

AK KÖPRÜNÜN ÇIĞLIĞI
Kavak köyünde Büyük Menderes nehri yolu kesip geçer. Eski yol şimdi yenilendi. Daha da yenilenip bölünmüş yola dönüştürülüyor. İlk yol, eski bir Roma köprüsü ile bağlanırdı. Şimdi onun yaklaşık 150 metre altından yeni köprü geçiyor. Biz oradan geçerken bölünmüş yol için ek köprü ayakları dikme çalışmaları devam ediyordu. Aracımızı köprüyü Denizli yönüne doğru geçip hemen sola kırıyoruz. Roma köprüsüne varıp iniyor ve köprü üstünde yürüyoruz.

Eski Roma köprüsünün bir bölümü yıkılmış halen yıkılmaya devam ediyor. Sanki dokunsanız ağlayacak. Binlerce yıldan bu güne, Cumhuriyet döneminde de işlevselliğini koruyan köprünün hali içler acısı. Bakımsızlık bir yana, sanki ‘yıkılsa da kurtulsak’ havasında bırakılıvermiş. Köprüye girdiğimiz stabilize yolun tersi hizasında bir kum eleme ocağı kurulmuş. (isteyen Google Earth haritalarından görebilir.) Her yer bembeyaz toz. Yeşil yavaşça gözden kaybolmaya yüz tutmuş gibi. Oysa eski Roma köprüsünün etrafındaki yeşillik direnmeye devam ediyor. Köprü ayaklarındaki göçüklere payanda olmak için gür ve güçlü kollarını taş yapının her yerine sarmış. Su durgun, renksiz ve cansız. Yeni inşa edilen köprüye küsmüş gibi. Zaten inşaat artıkları tarafından bolca kirletildiğinden olsa gerek, neredeyse isteme istemeye akıyor. Üzücü bir tablo ile baş başayız. Oysa onlarca yıldır aynı yolu kullanan çevre insanı ile zaman zaman geçen yolcuların hafızalarına daha ilk bakışta kazınan bir köprüdür o. Kemerli ayakları, tümüyle taştan yapısı, etrafındaki yeşillik hemen dikkatinizi çeker. Artık tarihin tozlu sayfalarında bir fotoğraf karesinden başka şey olmayan eski bir karpostala dönüşüyor. Umarız bakan gözlerin hemen fark edeceği bu görsel çığlığı çok geç kalmadan ilgilileri duyar ve gereken önlemi alır. Yoksa, yıllar önce olduğu gibi on kez daha birinci derece sit alanı ilan etseniz, faydası yok.

4

Kavak köyünden dönüp köy yollarına giriyor ve serüvenin başka bir bölümüne doğru yol alıyoruz.
Köylülerle konuşuyoruz, çiftçilerle sohbet ediyoruz, Büyük Menderes üzerinde balık tutmaya çalışan köyün avaresiyle muhabbete tutuşuyoruz.

Geçtiğimiz her yol üzeri yerleşmesine uğruyoruz. İnsanlar çalışıyor, konuşuyor, kahvelerde zaman öldürüyor. Ama sizi gördüklerinde bu ziyaretin muhakkak ‘Deniz(Büyük Menderes’e yöre insanının taktığı ad)’le ilgili olacağını tahmin edip öyle karşılıyorlar.
Menderes ne mi yapıyor, Menderes akıyor ve ağlıyor!
(Devam edecek)

 

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı