REKLAMI GEÇ

ACI VE ACIMAK

17 Temmuz 2017 Pazartesi

“Nasıl ki, bir meyvenin yüreğinin güneşi görebilmesi için, kabuğunun çatlaması gerekir, acı da sizin için öyledir.

Eğer kalbinizi hayatın mucizelerine hayran tutabilseydiniz, acınız mutluluğunuzdan daha az görkemli olmazdı.

Tıpkı tarlalarınızdan geçip giden mevsimler gibi, yüreğinizin mevsimlerini de kabul edebilseydiniz,

Pişmanlık ve üzüntülerinizin Kış’ında bile, huzur içinde bakabilirdiniz.

Acılarınızı siz seçtiniz.

İçinizdeki hekimin hastalıklı benliğinizi tedavi için verdiği tatsız ilaçtır, acı.

İçinizdeki hekime güvenin ve uzattığı şifayı sükunetle ve yatışarak için.

Gerçi onun eli ağır ve serttir, ama görülemeyenin yumuşak eli tarafından yönetilir,

Gerçi onun uzattığı kadeh, dudaklarınızı yakar,

Ama çamuru çömlekçinin içine KUTSAL GÖZYAŞLARINI kattığı çamurdandır.”

Hiç bir kimse Halil Cibran kadar güzel anlatamaz acıyı. Sanki acı, ruhu kaplayan kabuğun kırılması gibidir. Sanki ruhun çıplaklığı, öylece kalakalışıdır şaşkınlıkla ve savunmasız. Yüreğin, kendi sessizliği içinde gecenin ve gündüzün gizlerini bilmesi gibi, ruhun sayısız düşüşü ve YAS’ıdır acı.

Gerçeğin masallarla çarpıtılmasındansa, hayatın çekirdeğini saran sert kabuğun kırılması, meyve ve çiçek bahçesini çevreleyen duvarın yıkılması gibi, yine ve yeniden cennetin mis kokularını getirecek bize. Acı ve hüzün içinde bile tat alabilmek yaşamdan, acının yavan tadını ve buharlaşmış hiçlik kokusunu içine çekebilmek doyasıya, herkesin harcı değildir belki ama bu göklerin rahmetini, bu coşkunluğu en derinlerinde bir yerlerde biliyor olmalı insan yaradılışı gereği, ruhsallığı gereği.

Acının ve hüznün soğuk duruşu yanıltmasın sizi. Duyu çöküntüleri yapmasın. Onun katılığı ve sessizliği, kılıç gibi girmesin ruhunuzun yün gibi yumuşacık derinlerine, kesmesin can evinizi, kabulde olun, akışta olun, an da olun, olduğu gibi alın ki, büyütsün gitsin, öğretsin gitsin ne öğretecekse…

Güneş hep doğmaz içimize, bazen geceler boyu sürüp gider sonsuzmuş gibi. Sevince hınç beslemiyorsak, acıya öfkemiz nedendir? Bazen yazgı ateşli bir buhurdanı savurur gibi sallar bizi, yanabiliriz, alev saçabiliriz de önünde sonunda sönüp, kül olacağımızı niye unutuveririz? Yanıp kül olmuş, ölü yanardağların olduğu yerlerde de iyi meyve yetişirmiş derler, bir gün mutlaka yeniden yeşillenip çiçek açarız, önce yanıp kül olmanın tadını çıkarmak gerek.

Kim bilir kaç yaşında ruhumuz, belki milyonlarca, belki binlerce yaşında. Hangimiz zedelenmedik? Hangimiz örselenmedik? Bir çocuk pervasızlığıyla, ortalıktaki her ateşin çevresinde, her çukurun etrafında oynuyorken tehlikeyi sezmeksizin, bazen kayıp düşüverecekti avunçsuzca. Bunun nesi şaşırtıcı? Coşkunluğun tadı kadar, acının ağırbaşlılığını da okuyup bitirmek gerek bazen. Kum gibi savrulmadan oraya buraya, yabancı bir ev sahibinde konaklamak gerek bazen, o yabancının da bizim bir parçamız olduğunu kavrayarak.

Sonunda ruhu tazeleyecek kutsal sevinçler dolduracak yine içimizi, çorak topraklarımız yeniden neşelenip, yılgı ve hüznün üstünü örtecek. Sabrın en güzel örneği insan, ona layık en değerli mutluluk tacını yeniden geçirecek başının üstüne.
En derin karanlıklarda bile güzelliği ve aydınlığı hisset, barışı, huzuru, sükuneti, nezaketi, her şeyden önemlisi de SEVGİ’yi hayal etmekten vazgeçme…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 11 Mayıs 2022, 10:10

SEVGİ!

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı