REKLAMI GEÇ

BAKALIM SABAH NELERE GEBE?

4 Haziran 2018 Pazartesi

Gecenin sessizliğini bozan, mevsimsiz ağustos böceklerinin şarkılarını dinliyorum. Zaman durmuş gibi. Her şey sadece bir resim adeta. Sadece donmuş bir fotoğraf karesi sanki. Zihin an içinde donup kalmış olduğunda, ne geçmiş var şimdi, ne de gelecek.

Bu ağustos böcekleri bu mevsimde ötüyor muydu? Acaba bir ay yaşayıp sonra hem cinsleri ve öncülleri gibi sonsuzluğa mı karışacak? Yani sadece bir ay yaşamak ve bu dünyaya doğmak için yıllarca toprağın altında mı bekledi?

Peki ya gece renkli annenin, ürkek ve derin karanlıktaki, ateş böceği gibi parlayan gözleriyle, etrafı kolaçan eden huzursuzluğuna rağmen, yine gece renkli bebek kedinin annesinin memesine yapışık şapırdayan, umursamazlığı ve huzuru nasıl bir tezat?

Ya gecenin sonsuz ve dipsiz gibi görünen karanlığını parçalarcasına bir sarı elmas gibi gökleri süsleyen dolunay?

Arkaik bilgilere göre, çok eskiden ay, neredeyse toprağa değecek kadar büyükmüş, büyük tufanlardan sonra küçülüp gökyüzüne çekilmiş ve şimdiki halini almış.

Hatta bir efsaneye göre, Kaf Dağı kadar uzak diyarların küçük bir dağ köyünde yaşayan pırıl pırıl bir delikanlı olan Dolun, sevdiği kız İntera’ya olan aşkını kanıtlamak için 40 gün 40 gece yürüdükten sonra vardığı gölün ortasındaki çiçeği koparmaya kıyamayıp, İntera’yı sonsuza kadar kaybeder. Acısından, kalbinin büyüklüğü kadar devasa bir taşa dönüşür ve dünyaya sığamayıp göklere yükselip ay olur. Aşkının taşkınlığından dünyayla birlikte dönmeye başlar. O günden sonra 28 günde bir kez İntera’ya ve herkese kalbinin tüm yüzünü gösterir ve aya dönüşen kalbi hala pırıl pırıl parlar.

Dolunaydan gözlerimi karanlığın derinliğine çekiyorum şimdi yavaşça, büyüyü bozmaktan korkarak. Karanlığın bilgeliğinde sessizce beklemek öylece, gerilerde kalan ruhumun gelişini izlemek, bu çok iyi geldi. Sanki bir şiir gibi gece. Sanki lirik bir şarkı gibi. Kıpırdamaksızın, bütün gürültü ve öfkesinden soyunmuş yaşamın, günün ilk ışıklarını bekler durumda. Sabah olunca günün altın sarısı ışıklarıyla yıkanmaya hazır.

İşte böyle bir ruh halindeyim, kendim için kazıp hazırladığım güvenli çukurumdan çıkmak korkutuyor beni de bazen herkes gibi. Hiç bir şey değişmesin, bu an böylece kalsın.

Yaşam ırmağı, hiç ara vermeden her an ve her saniye coşkuyla akarken, kendi kazdığımız durgun suda yaşamaya çalışıyoruz ya. Burada çürümek için, kokuşmak için bekleyip duruyoruz ya. Bugün de böyle bir hallerdeyim yine.

Bir an anne saksağanın çığlıklarıyla irkiliverdim. Sanırım kedilerden bir tanesi yine oyun peşinde ama anne saksağanın hiç şakası yok gibi çok öfkeli ve çığlık çığlığa. Bebeğini kaptırmaya niyeti yok. Bir taraftan doğanın işleyişine karışmak istemesem de, annenin çığlıklarına dayanamadım. Tabağa koyduğum kedi mamasıyla kediyi bahçenin diğer köşesine gönderdim ki anne saksağan sakinleşti.

Ne diyordum? Ha evet! Kendi varoluş havuzumuzu konuşuyorduk. Irmağın kenarında, ırmaktan ilişkisi kesilmiş, ondan ayrı göllenmiş bir su birikintisi. Canlılığını kaybetmiş, hatta ölü. Hiç bir canlının içinde uzun zaman yaşayamayacağı. Üstü pislik bağlamış, kabuk tutmuş neredeyse. Hiç bir şey değişsin istemiyoruz hayatımızda, her şey hep aynı kalsın. Zevk aldığımız, beğendiğimiz, istediğimiz şeyler hep öylece kalsın ve sürüp gitsin. Burası bizim kendimiz için yarattığımız güvenli bölgemiz. Durgunlaşmış, kokuşmaya başlamış bile olsa, güvenli hissettiğimiz ve hep bildiğimiz yer. Yaşamın taşkınlığından, selinden, coşkusundan korunduğumuz ve barikatlar kurduğumuz. Aynı insanlar, aynı yaşam, iş, eş, çocuklar, futbol takımlarımız, ilişkilerimiz, inançlarımız. Bizim için kötü ve çirkin olan şeyler hemen bitip gitsin ama güzel dediğimiz şey öylece kalsın değişmeksizin. Bir felsefe uydurmuşuz hep birlikte, uydurduğumuz felsefeye top yekûn inanmışız ve öylece yaşamak istiyoruz.

Ama yaşam bu değil. Evren evrim üzerine kurulu. Kristalleşme yok evrenin sisteminde. Durgunluk yok. Akış hep ileriye, hep daha öteye. Her şey doğar, büyür, gelişir ve ölür. Mevsimler değişir, su faz değiştirir, kuşlar yer değiştirir, kimi hayvanlar kabuk, kimileri de tüylerini ya da derisini değiştirir. Bizim hücrelerimiz kendini yeniler, 28 günde bir kez de derimiz yenilenir. Saçlarınız, tırnaklarımız yenilenir.

Yaşam ırmağı, başka başka kıyıları keşfetmek, başka denizlerle birleşmek, başka ırmaklarla birlikte akmak, sonra yine ayrılmak, taşmak, sürüklenmek, sürüklemek, kaya oyuklarına girip çıkmak ister. Zihnimizin güya bizi korumak için kurduğu küçük havuzların duvarlarını yıkmak ve özgür olmak zamanı geldi. Zamanın ötesine, zamansızlığın, mekansızlığın, etiketsizliğin, mevkisizliğin ötesine. Bütün etiketlerden soyunup, çıplaklığın sonsuz özgürlüğünü içmek zamanı.

Durgun sulardan kurtulup, okyanuslara açılmak, yaşam ırmağının tertemiz, dokunulmamış, mucizevi sularından içmek zamanı…

Öyleyse… Gece akıp gitsin o zaman… Bakalım sabah nelere gebe…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 8 Nisan 2022, 13:10

İnsanın kendini “öz’gür” hissetmesi hayattaki en kıymetli şey gâlibâ!

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı