REKLAMI GEÇ

KUZEYİN KIZI

21 Mayıs 2018 Pazartesi

Helsinki ve Kopenhag’tan sonraki durağımız olan Stokholm’e indiğimizde inanılmaz yorgun ve bitkin düşmüştük. Havalimanından, önce bir otobüs, sonrada bir metroya binip otele gitmemiz gerekiyordu ki hızlıca otobüs durağına koştuk ve bu sırada otobüsün kalktığını gördük ama inanılmaz büyük bir zariflikle otobüs şoförü bulunduğumuz yerde durup bizi otobüse aldı. Aramızdaki konuşmalardan Türkçe konuştuğumuzu anladığında bize hoş geldiniz dedi ve azda olsa bir şeyler konuşmaya çalıştı bizimle. İneceğimiz yer son duraktı ve bize metroya kadar eşlik etmek istedi. Bir restoranın önünden geçerken bize açsanız bir şeyler ikram edeyim dedi, aç değildik. Sonra da metro biletlerimizi almak istedi ama havaalanından ayrılmadan önce almıştık biz. Çok şaşırmıştık. Sonradan anlattığına göre annesi ve babası Midyatlıydı ve 50 yılı aşkın bir süredir Stokholm’de yaşıyordu ve Türkiye’ye bir daha gelememişti, Türkçeyi artık unutmaya başlamıştı ve bizi görünce sanki aileden birini görmüş gibi inanılmaz mutlu oldu, bizimle konuşmaya çalıştı, ilgilenmeye çalıştı ev sahipliği yapmaya çalıştı. Benim asıl üzüldüğüm, metroyu kaçırmayalım diye büyük bir hızla bizi metronun kapısına kadar getirdi, biz metroya bindik metro hareket etti. O hala bize dışarıdan el sallıyordu ve gülümsüyordu ne bir adres ne bir telefon numarası vermeyi ve almayı akıl edebildik. Stokholm maceramız böylesine tatlı bir hüzünle başlamış oldu.

Stockholm, Avrupanın en güzel, en sakin, en huzurlu, en neşeli ve keyifli en yaşanılabilir ve en çevre dostu şehirlerinden birisi hatta belki de ilki. Bir milyon nüfusun neredeyse 350-400 bin kadarı göçmen ve 50 bin kadarı da Konya’nın Kulu ilçesinden. Burada Türk olduğunuzu anladıklarında Kulu’dan mı geldiniz diye soruyorlar hemen. Hatta kaldığımız otelin sahibi ve işletmecisi sevgili Bayram Altuntaş’da Kulu’lu. 35 yıldır burada yaşıyor ve eski eşi de çocukları da İsveçli. O da buraya aşık ve: “İsveç kralı demiş ki, benim yazımı gören suyunu içen buradan gitmezmiş; Ben de buradan gitmem, burası benim memleketim artık” diyor.

Ertesi sabah, kahvaltıdan hemen sonra ilk olarak, otel odamızdan görünen Katarina Kilisesi ve sonra da Katarina asansörü ile Stockholm gezimize başladık. Biz şanslıydık çünkü otelimiz asansöre sadece 100 metre uzaklıktaydı ve şehri gezmeye başlamanın en güzel noktası burası bence.

38 metre yüksekliğindeki Katarina asansörü, şehrin bu yüksekte olan bölümünü Gamla Stan’a yani Old Town’a bağlamak ve geliş gidişi kolaylaştırmak için 1883 yılında bölge halkına armağan edilmiş. Asansörün tepesinden başlamak müthiş bir manzarayla yüzleşmek inanılmaz güzel bir his. Şehri ilk gördüğümüz an da aşık olduk. Asansörden inip Sde ilk karşınıza çıkan köprüye girdiğinizde sizi
Stockholm’ün kalbine, Gamla Stan’a çıkarıyor zaten.

2 metreden daha geniş olmayan daracık sokaklarla ve Arnavut kaldırımlarla örülü Gamla Stan yani Eskişehir, Stockholm’ün kalbi niteliğinde ve 13. yüzyıldan ve orta çağdan bu güne neredeyse hiç bozulmadan gelmiş harika güzellikte bir yer. Gamla Stan’ın merkezindeki Stortorget Meydanı bir zamanlar idamların yapıldığı kanlı bir meydan iken şimdi rengarenk ortaçağ binalarına ve Nobel Müzesine ev sahipliği yapıyor. 2001’de Nobel ödülünün 100. yıldönümünde eski borsa binasında açılan Nobel Müzesi, başta Alfred Nobel olmak üzere bu güne kadar verilen tüm Nobel ödülleri ve kazananlarla ilgili detaylı bilgiler veriyor ki Orhan Pamuk dahil.

Vasterlanggatan caddesi, Stockholm Sarayı, Parlamento Binası, Alman Kilisesi Gamla Stan’ın olmazsa olmazları. Stockholm Katedrali’ndeki klasik müzik dinletisi dışarıdaki fırtınayla karışık yağan dolunun soğuğunu unutturdu bize. Öylesine soft ve sıcak geldi ki hatta en az yarım saat kadar kalkamadık, zamanla yarışmasaydık sonuna kadar kalmak isterdim. Alman kilisesi ve Riddarholmen kilisesi önemli. Hatta şehrin yüzü olan Gamla Stan fotoğraflarını süsleyen o meşhur kubbe bu Riddarholmen Kilisesi’nin kubbesi. İskandinav ülkeleri arasında resmi bir kilisesi ve resmi bir dini olmayan tek ülke İsveç olmasına rağmen, buradaki çoğu kilise gibi Riddarholmen’de geç gotik tarzda ve diğer nordik ülkelere göre daha göz alıcı.

Ve mutlaka püre ve salatalık turşusu ile servis edilen meşhur isveç köftesi, ya da vejeteryanlar için falafel bu bölgedeki Den Glydene Freden’de yenmeli. 1722 yılında kurulmuş dünyanın en eski restoranı olarak rekorlar kitabına girmiş bir restoran burası, atmosferiyle dokusuyla, gümüş çatal bıçak takımlarıyla oldukça farklı bir mekan.

70 den fazla küçüklü büyüklü müzeye ev sahipliği yapan Stockholm’de, sabah 9 gibi başlayan aydınlıkla ve 14.30-15.00 gibi kararan havayla 5-6 saat süren gündüzde, bunca müzeyi bitirmek ve görmek mümkün değil diye hayıflanıp sadece 4 gün kalabileceğim için çok üzülüyorum. Hatta cruise gemisiyle Baltık turu yapıp, saat 11.00- 17.00 arasında nasıl Stockholm gezisi yapıyorlar merak etmekten kendimi alamıyorum. İyi ki diyorum sırt çantamı yüklenip uçağı tercih etmişim. Neredeyse 10-15 km arası yürüyor, tramvaya, feribota, otobüse, metroya biniyor ve hala yetiştiremezmiş gibi hissediyor ve bu güzel şehri bitiremeyeceğim için üzülüyorum. Metro demişken, Moskova ve Petersburg metroları kadar olmasa da, metro istasyonları ayrı birer müze gibi. 150’ye yakın sanatçının yaptığı tablolar, heykeller ve mozaiklerle süslü, her birisi birbirinden etkileyici.

Ericsson Globe üzerinde 130 metre yükselen Skyview, küre şeklindeki dünyanın en büyük binasının üzerine ulaştığında muhteşem bir stockholm manzarasıyla şaşırtıyor insanı. Zeminden en tepeye varış neredeyse 20 dakika sürüyor. 2010 yılında yapılmış bir bina olmasına, arkaik ya da antik bir şey olmamasına rağmen turistlerin ilgi odağı olmak üzere tasarlanmış tıpkı birçok tema park gibi ya da eğlence parkları, açık hava müzeleri ve Vasa Müze gibi.

57 köprüyle birbirine bağlanan 14 adadan oluşan Stockholm’ün Gamla Stan’dan sonraki en önemli adası Djurgarden adası.

Skansen açık hava müzesi dünyanın ilk açık hava müzesi olma özelliğini taşıyor. 1891 yılında kurulan müzede İsveç’in kırsal hayatını, geleneklerini ve ülkenin 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar değişen sosyal hayat şartlarını görebilirsiniz. Bahçedeki geyikler, foklar ve daha birçok değişik türdeki canlı hayvan türüyle, Sami Irkının geleneksel yaşam şartları ve yaşam alanları en ilginç bulduğum şey diyebilirim.

Sanırım bu defa, bu gezgin ruh buralarda bir yerlerde unutulmak mı istiyor ne?

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 8 Nisan 2022, 13:16

Teşekkürler!

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı