REKLAMI GEÇ

MASALCI

19 Kasım 2018 Pazartesi

Harut ve Marut, iki farklı şehirde, biri Babil’de, diğeri Mısır’da kadılık yapan, gündüzleri insan gibi yaşayıp, insanlara ilim öğreten, bilgi veren işlerini kolaylaştıran, geceleri de gökyüzüne çekilen iki melekmiş.

Namı diyardan diyara dolaşan, dillere destan, güzeller güzeli Zühre’nin bir gün davalık bir işi olmuş. Önce Harut’un huzuruna çıkıp derdini anlatmış. Harut “ben senin işini hallederim ama benimle birlikte olacaksın” demiş.

Kadın ona bir yer bildirip randevu vermiş.

Sonra da, Marut’a gidip derdini anlatmış. O da aynı cevabı vermiş Harut’la ama, çok da zeki olan Zühre, aynı saat ve yerde bir randevu da Marut’a vermiş. Aynı saatte aynı yerde karşılaşan Harut ve Marut çok utansalar da razı olmuşlar başlarına gelene. Zühre ise “Benimle birlikte şarap içerseniz sizinle birlikte olurum” şartı koyunca, ikisi de sarhoş olmuşlar. Üçünü birlikte bir adam görmüş. Zühre, bu adamı da öldürmezlerse herkese söyler diye öldürmelerini istemiş. Sarhoş olan adamlar katil de olmuşlar sonunda.

Zühre, son defa olarak da “gökyüzüne çekilmeden önce ne söylediğinizi bana da öğretirseniz sizinle birlikte olurum” demiş ve tılsımlı sözleri söyleyip, gökyüzüne çekilmiş ve “Zuhal Yıldızı” olmuş…

Bir masal ülkesinde, köpükten yapılmış bir masal kahramanı olmak istiyor insan Mardin’de iken, nam-ı diğer masalcı Ebu Burak’ı dinlerken… Ne acı olurdu o zaman bu topraklarda ne de gerçek… her şey illüzyon her şey fake olurdu tıpkı rüya gibi…

Can dostum Marwan’la birlikte, Mardin Çarşısı’ndaki sevgili masalcım, Ebu Burak’ın atölyesine girdiğimizde, ” Buraya herkes gelmek ister ama sadece rüzgarı arkasına alanlar girebilir. Buraya hoş gelmek var, giderken de hoş gelmek var” dedi. “Arıyorsunuz, arayan herkes bulamaz ama bulanlar hep de arayanlardır.”

Karşısındaki kanepede kırmızı elbisesi içinde, boynuna kadar çektiği şahmeran işlemeli bir örtüye sımsıkı sarılmış, güzeller güzeli Zuhal oturuyordu. Masalcım o sırada ona, zuhal yıldızının hikayesini anlatıyor, anlattıkça Zuhal de biraz daha büzülüp küçülüyordu örtünün altında, ürkek bir çocuk gibi.

Atölyenin dört bir duvarı bakırla işlenmiş ve cam altı Şahmeranlarla, hat sanatıyla yazılmış Kün feyekün duası ve başka duaları içeren hatlarla kaplıydı. Diğer bütün eşyalar, içerinin büyüleyici atmosferini tamamlıyordu. Daha önce hiç hissetmediğim bir duyguyla, ürperti benzeri tuhaf bir hal ve dinginlik içindeydim.

Hakkında bir yazı yazmak istiyordum ve ondan izin istemiştim. Nezaketle onaylasa da, yazılı anlatım yerine, sözlü anlatımı ve kulaktan kulağa anlatımı sevdiğini, bunun zihni ve hafızayı da güçlendirdiğini söylese de ben ikna olmamıştım. İllaki konuştuklarımızı Marwan kameraya alsın, bense sonra yazayım istiyordum.

Sonrası daha da ilginçleşti. “Peki! Sor!” dedi sorularımı beklemeye başladı. Ben sadece düşünüyordum, o sormadan cevap veriyordu. Ben düşünüyordum, o cevap veriyordu. O susuyor ve bakıyordu, ben devam ediyordum, kendi düşündüğüm soruların cevaplarını vermeye. Sonra dedi ki ” hadi cevaplarını sor!” ben artık ağlamaya başlamıştım, Marwan kamerayı kapattı…

“Hepimiz, aynı kaptaki çorbayız. Kimimiz acı, kimimiz tatlı. Ama bir tek tat eksik olsa, aynı tadı vermezdi. Bazen üstümüz toz olur, tozla kaplanır. Üstümüzdeki tozu silkmek, atmak, yıkamak gerek belki, daha lezzetli olmak için. Ağlamak da arınmanın, silkelenmenin bir yoludur…”

“Sizden 15 dakika önce buraya girdiğimde acı biber gibiydim” dedi Zuhal sonra. “Ben çorbadaki acı biberim Mukaddes!” dedi.

“Sen balsın. Sen tatlandırdın çorbamızı, tadınla…” Zuhal, Almanya’da oturuyordu. Her yıl tüm tatillerini koşarak geldiği Mardin’de geçiriyor, atölyeye doğru çekiliyordu adeta. Yıllar önce başına gelenleri anlatırken gözleri parlıyor, az önceki üşüyor gibi görünen ürperti hallerinin yerini bir sıcak heyecan alıyordu. “Bir gün çok büyük bir kaza geçirdim” dedi. “Bütün kemiklerim paramparça oldu, her yerim platinle bağlandı birbirine, duran kalbim yeniden çalıştırıldı. Japonların bir sanatı vardır, bir cam kırıldığında, onu altın tozuyla birbirine yapıştırırlar, eskisinden daha değerli olur altın yüzünden. Hatta en değerli bölümü, kırılan bölümüdür artık. İyi ki de bu kötü olay gelmiş başıma, her gün şükrediyorum bunun için. Çünkü o gün hayatım değişti. Artık insanlara değişik geliyorum şimdi. Onlardan farklıyım. Ben de geriye baktığımda, nasıl da yıllarım boşuna geçmiş diyorum ama olsun hiç bir şey tesadüf ve boşu boşuna değildir…”

Yıllardır beklediğim cevapları veriyordu, sormadığım soruların cevaplarını. Orada kaldığım saatler boyunca an’da idim ve orada idim. Sanki bir kaç saniye gibi hızlıca akıp gitmişti zaman. Rüya gibi geçmişti ve aklımda yazabileceğim hiç bir şey kalmamıştı heyecandan. O yine aklımdan geçeni biliyordu…

Thierry Payet’in onun sözlerini derlediği, elle yapıştırılmış ve simsiyah deri kapaklı, elinde kalan tek nüsha defterin ilk sayfasına, mürekkebe batırdığı bir kamışla ve hat yazısıyla adımı yazdı ve bana uzattı.

“Kafandaki soruların cevabı burada var” dedi. Anında alıp, heyecanla karıştırırken defteri ilk gördüğüm cümle: “İnsanlar bu atölyeye gelip, ağlamaya başlıyorlar” idi. Ne burada ilk ağlayan bendim ne de son olacaktım. Ve o bütün bunlara çoktan alışmıştı bile…

Şimdilerde, yanımdan bir an bile ayırmadığım defterin, her bir paragrafı, değişik zamanlarda konuştuğu ve söylediği sözleri içeriyor; Bense… Her bir cümle ile yeniden ürperiyordum… Her bir cümlesi ile bir kitap yazabilirdim…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 23 Mart 2022, 14:23

Belki de her birimizin çorbanın hakîkâtine varabilmesi için bir masalcıya ihtiyâcı vardır,son yok ama yola çıkmak için belki de o ilk adıma ihtiyâcımız vardır,yine varlığımıza dolan bir paylaşım,sonsuz teşekkürler!

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı