REKLAMI GEÇ

VAROLUŞUN KOKUSU

10 Eylül 2018 Pazartesi

Gizemli insanlar, gerçek ya da gerçek olmasalar da, ansızın bir gece gizem ve esrar içinde, çekip gitmek isterler bu dünyadan. Parmaklarının ucuna basarak, sessizce terk etmek sahneyi. Arkalarında bıraktıkları suyun paslı kızıllığında, hiç bir patikanın kıvrılmadığı, dumanlı bir yeşilliğin içinde kayboluverircesine. Belki de on bin yıllık susuzluğun çatlattığı, renklerin açıktan koyuya doğru uzayan sonsuz gölgesinin çöllüğünde, gitgide ölgünleşen ışığın tasvirsiz karanlığında.

Her şeyin gözden yitip gittiği, görünmez olduğu, ayın son dördünün soluk fosforunda, hüd hüd kuşları ötmez olur artık. Tümüyle karanlığa gömülmüş gecede, bir kılıç darbesiyle kesilen gerçekliğin olmayan silüetinde, gözden yitip gitmek isterler.

Sabretmek doğum sancısıdır ruhun, katlanmak ise seçmektir bir çeşit. Akıl almamak, utanmamak, pişman olmamaktır. Hayatın acımasızca istediklerini, gönüllüce verebilmek. Yapılan seçimle özgürleşmenin lezzeti bir başkadır gizemli insanlar için, yaptıkları seçimin bedelini sessizce ödeseler bile.

Gelgitlerle dolu karışık kafaları, iliklerine kadar işlemiş özgürlük tutkuları ile sınırları zorlasalar bile, her şeyi başa alıp, yıkıp yeniden başlama sükunetine ve sessizliğine sahiptirler.

Bir maya gibi ömür boyu ruhunda taşıdığı öfkeyi, klişe ve soyut alemde, somut bir yaratıyla iğne deliğinden geçirircesine zorlayarak, bazen patlamadan bazen de patlamasına göz yumup, bir eser gibi hayranlıkla izlenebilecek bir sanata çevirirler.

Dünya, dünyayı sanata çeviren bu gizemli insanlarla lezzetli ve romantiktir çoğunlukla. Onlarla daha eğlenceli ve yaşanılası bir yerdir. Edebiyat ve yazın dünyasının, düşünce ve müzik dünyasının, resim ve görsel sanatların bu yaratıcı ruhları olmasa, daha az sevilesi ve keyifsiz olurdu…

“Dünya bir hapishanedir“ diyen Goethe, yatağında kalp krizi geçirip, ölüme giderken, vücuduna “W” harfine benzer bir şeyler çizdi. Kuran’ı Kerim’e olan merakı biliniyor ve son zamanlarda Arapça öğrenmeye çalışıyordu ki, öldükten sonra çizdiği o şeyin Arapça harflerle “Allah” olduğu iddia edilecekti. “Ruh, hayatı hep yanında taşır, yani ölemez” sözü ile de hep ölümsüz kalıp, hep anılacaktı.

Heavy metal müziğin en iyi basçılarından biri olan Cliff Burton, İsveç’te bir konserden dönerken yolun buzlanması nedeniyle kayan tur otobüsünden dışarı fırlayarak ölmüştü.

Ölmeden hemen önce, Kirk Hammett ile üst ranzada yatmak için kart çekmişler, cliff’in maça asını seçmesi, onun üst ranzada yatmasını sağlamıştı. Sadece üst ranzadan o fırlamış, diğer hepsi otobüsün içinde takılıp kalmışlardı.

“Ölmekten korkuyorum, ölüm unutturur” diyen, tam tamına bir snob ve züppe, ama modern bir şair-yazar olan Louis Aragon ise yaşayan değil ancak, öldükten sonra yaşayanlardan biri oldu. Paris’teki evinde, kapının üzerinde bırakırdı anahtarını, hiç çıkarmazdı ki dostları fakirhanesine istedikleri zaman girip çıkabilsinlerdi. “Hayatımın bilançosu” dediği tiyatro romanını yayınladıktan hemen sonra, bir Noel gecesinde ansızın bir kalp krizi ile hayatını kaybetti. Oysaki Humanite’nin bayramında yüzünde kırmızı maske ile hala dolaşır, söyleşiler yapar ve şiirlerinden birini okur:

Bütün kuşlar kaçıştılar dallarımdan
Kuruyor terkedilmiş yuvaları gözyaşları gibi
Yanaklarda
Resmimin durduğu tuvalden ressam da ayrıldı
Sanki bir örümcek gibi
Sanki pişmancasına

Hayatı, yoksullukla varsıllık arasında, bir yerden dünyaya doğru, dünyadan bir bilinmeyene doğru yalnız süren bir yolculuk olarak kabul eden Beethoven, aşkların ve ayrılıkların tortusu ile soluk kesen ıslıklar gibi, dünyaya bıraktığı tat ve lezzetler ile ölümsüzleşerek gitti buradan. Yaşadığı sürece onu mutlu edecek pek bir şey bulamamıştı. Ona göre aşk düşüncesi, insan için hem ölüm hem de hayat anlamına gelse de, bütün aşkları ayrılıkla bitmişti ve onun için hepsi birer ölümdü. Bir gün gerçekten ve ansızın ölüverdi. Hala ölüm nedeninin, kurşunlu camdan yapılmış bir armonika olduğu sanılıyor.

Dostoyevski, sürgün için Sibirya’ya giderken hastalandı. Hastalığının üçüncü günü, tren mola verdiğinde bir İncil istedi. İncil’i açtı ve “Ve İsa cevap vererek ona şöyle dedi: Acı çekiyorum şimdi; çünkü tüm kurtuluşu gerçekleştirmek bize yaraşır” satırlarını Anna’dan okumasını istedi ve bugün öleceğini söyledi. İncili oğluna verdi ve çocuklarıyla vedalaşıp, bir kaç saat sonra da bir epilepsi komasıyla ansızın ölüverdi.

Tabut mezara indirildikten sonra ilk konuşmacı 1849 yılında Semenevski Alanı’nda idam sehpasındaki Dostoyevski ile birlikte bulunanlardan Palm adındaki bir romancıydı.

“Meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi, insan da ölümü içinde taşır” der Rilke. Yani insan ölmek için dünyaya gelir demek bu. Ölmek için orada burada takılmak yerine, oturup beklemek yerine, kendi ölçümüzde suya sabuna dokunmak, yıkmak yerine yaparak, kendi çapında eserler bırakarak sessizce gitmek, daha insansı ve insana yakışır olmaz mıydı?

Nedir ki, Kierkegard’ın dediği gibi “Parmağımı varoluşa daldırıyorum kokusu yok. Neredeyim?” diye sormak geliyor insanın içinden…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 25 Mart 2022, 13:28

Varlık ve yokluk öyle girift ki bâzen,ikisinde de geçmek mi gerekir acabâ,gerçekten özgür olabilmek için!

basicman   -  Bağlantı 11 Eylül 2018, 00:10

yazılarınızı zaman zaman takip ediyorum,ilginç ve yüreğe balyoz vururcasına konular ele alıyorsunuz,evet varoluşun neresindeyiz?
insanoğlu aciz bir varlıkmıdır?yoksa üretkenlik ve gizem birileri üzerinden mi insanoğluna gösteriliyor?

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı