REKLAMI GEÇ

ENKAZ

7 Mart 2016 Pazartesi

Her gece televizyonda enkaza dönmüş Güneydoğu Anadolu’daki ilçeleri izliyoruz. Uzun bir sürecin sonunda ortaya çıkan tablo bu!

Terör örgütü ile görüşmenin, sivil siyaseti silahlı kişilere ezdirmenin, çözümü meclis dışında aramanın, kapalı kapılar ardında kirli pazarlıklar yapmanın bedeli. AKP’nin Kürt politikasının sonucu elle tutulur gözle görülür bir şekilde karşımızda duruyor. Yanmış, yıkılmış binalar, darmadağın sokaklar, delik deşik duvarlar, param parça olmuş eşyalar, yüzlerce ölü, yüzlerce şehit!

Siyasi görüşü ne olursa olsun insan olan herkesin ortaya çıkan sonucu üzülerek izlediğine inanıyorum. Ama bugünlerin geleceğini söyleyen çok kişi olmuştu. Onları dinleyen olmadı. O günlerde aldırmayanlar şimdi gözleriyle görünce anlamışlardır amaartık çok geç.

Bir şey gözle görülüp, elle tutulur hale geldiğinde insanların inanması daha kolay oluyor. Ama öyle şeyler vardır ki gözle görmek, elle tutmak mümkün değildir.
Eğitim politikasının sonucu da yıkılan evler gibidir. Tek derdi imam hatip yetiştirmek olan politikaların sayesinde, devlet okullarının kalitesi düşmüş, müfredat pozitif bilimlerden kopmuş, özel okullar çığ gibi artmıştır. İnsanlar ekonomik durumlarına göre okullara ayrışmıştır. Düşük gelirli başarılı çocukların devlet sistemi içinde yetişme şansları kalmamıştır. Eğitim değil, sınavlara hazırlanma temel amaç olmuştur. Buna rağmen uluslararası sınavlarda fen, matematik, okuduğunu anlama gibi alanlarda çok çok alt sıralarda çakılmış durumdayız. Sistemi yönetenlerin seviyesi o kadar vahimdir ki, insanlığın ortak eserleri olan dünya klasiklerinin içeriğini kendi ideolojilerine göre modifiye etmeyi düşünebilmektedirler. Bu eğitim sisteminden yetişen çocukların yeni şeyler üretmesi, ülkeyi yeni bir geleceğe taşıması mümkün değildir.

Sağlık politikasının sonucu da delik deşik duvarlara benzemektedir. Uygulanan politikalar sonucu koruyucu sağlık hizmeti göz ardı edilmiş, tedavi edici hizmetler ön plana çıkarılmıştır. Sağlık sistemi içine lüks, kar etmek, müşteri kavramları yerleştirilmiş, harcamalar 10 yılda 4 katına çıkmıştır. Piyasa odaklı, fatura kesmeye dayanan sağlık harcamalarıyla devlet başa çıkamayınca da hastanın cebinden yapılan kesintiler alınan farklar durmadan artmıştır. Önümüzdeki yıllarda ek sağlık sigortası yaptırmayan, cebinden ödeme yapmak istemeyen hastalar kaliteli sağlık hizmeti alamayacaklardır. İşin daha kötüsü kimse aldığı hizmetin niteliğinden ve gerekliliğinden emin olamayacaktır.

Üniversite politikası da kararmış, yanmış odaları andırmaktadır. Üniversite kavramını anlayamamış, içerdiği bütünleşik kültürü özümseyememiş insanların planları ile bir sürü yeni üniversite tesis edilmiştir. Ne bulunduğu yerin üniversite eğitimi vermeye uygun olup olmadığına, ne kaliteli eğitim verecek eleman sayısına, ne de bu yeni açılan üniversitelerde eğitim görmeyi hak edecek seviyede yetişmiş yeterli sayıda orta öğretim öğrencisi bulunup bulunmadığına bakmadan binalara bir sürü para harcanmıştır. Şimdi her şehrimizde eğitim seviyesi belirsiz, üniversite kavramını öğrencilerine vermekten aciz bir sürü eğitim binamız var. Bu bilinçsiz politikadan eski üniversiteler kurtuldu mu? Hayır. Üniversiteleri ele geçirilmesi gereken bir devlet dairesi gibi görenler yüzünden bir sürü niteliksiz insan kadrolara yerleşti. Çalışma barışı bozuldu, üretken insanların verimleri düştü, araştırma çalışmaları azalmaya başladı. Üniversitelerin topluma öncülük etme, yol gösterme, yeni yollar açma, yeni fikirler üretme vasfı kalmadı. Toplumun bütün kesimlerine yayılan sahtecilik üniversite hayatına da sirayet etti.

Üretim politikası da dağılmış sokaklara, atılmış kaldırım taşlarına bezemektedir. Gerek tarım, gerek sanayi üretiminde üretme fikrine yabancılaşma bu dönem politikaların sonucudur. Tarım politikalarında kendi kendine yeterlilik ilkesinden uzaklaşılması bizi en büyük ithalatçılardan biri haline getirmiştir. Üretmeyen çiftçiye destek ödemeleri, tohum ithalatı, tarım arazileri üzerine inşaat izni verilmesi, üretim yapan arazilerin yabancılara satışı gibi politikaların verdiği zararların her biri sayfalarca tartışılacak konulardır. Uygulanan merkez bankası ve hükümet politikalarının üretime değil ranta destek vermesi, inşaat sektöründe yaratılan hareketlilik, sermayenin sanayiden ölü yatırımlara kaymasına neden olmuş, ülkemizin sanayisi ithal mala bağımlı hale gelmiştir. Dünya konjonktüründe 6-7 yıl boyunca süren negatif faizle dış borçlanma olanakları üretken olmayan yatırımlarla heba edilmiş, enerji giderlerindeki tarihi azalmanın ülkenin cari açığında yaratacağı iyilik etkisi boşa harcanmıştır.

Kültür politikası da ellerinde eşyaları, her şeylerini kaybetmiş, enkaz üzerinde oturup ağlayan insanlar gibidir. Ne idüğü belirsiz yoz bir Osmanlıcılık tutturulmuş, toplumun manevi değeri olarak sadece din eksenli politikalar ön plana çıkarılmıştır. Ahlak, etik, Anadolu kültürü, Anadolu sentezi, birlikte yaşama bilinci, çok kültürlülük özenle silinmeye uğraşılmıştır. Bu değerlerin bize kazandırdığı zengin gastronomi, edebiyat, tasarım, turizm ve iletişim olanakları heba edilmiştir. İnsanların birbirileri ile barış içinde birlikte yaşaması düşüncesi yerine inatla, cemaat, tarikat, inanç, köken farklılıklarının ayırıcı tarafları öne çıkarılmıştır.

Siyasete getirilen anlayışta o ilçelerin durumu gibidir. Kibir, tepeden bakmak, görevini lütfedermiş gibi yapmak, devletin parasını kendi cebinden harcıyormuş gibi davranmak, devlet olanaklarını maddi manevi kişisel rant için kullanmak normal davranış haline gelmiştir. Bir Belediye Başkanı çıkıp borçlu belediyesini daha da borçlandırarak lüks makam arabası almanın halkın temsili için önemli olduğunu söyleyebilmektedir. İşin garibi halk da bunun doğru olduğunu düşünmektedir. Harcanan paranın kimin cebinden çıktığını, temsil edilen kişiye verilen değerin kullandığı araba veya oturduğu yerle ilgili olmadığını, sadece temsil ettiği değerler ve bu değerlere olan sadakati ile ilgili olduğunu kimse söylememektedir.

Dış politika, adalet, iş gücü piyasası… Hangi birini sayayım. Hepsi birer enkaz görünümündedir. Ama bu enkazı gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız, üstünde ağlayan insanlar oturmadığı için yeterince fark edemediğimizi düşünüyorum.
Bu arada biri çıkmış demiş ki “90 yıllık enkazı kaldırdık”.
Birçok farklı kişiye atfedilen bir söz var:
“Dehanın sınırları vardır, ama cehaletin sınırı yoktur.”

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Hüseyin Mercan   -  Bağlantı 7 Mart 2016, 15:21

ATIMIN ALNI SAKAR, KENDİ ADINI BANA TAKAR.1930’larda Dünya ekonomik bunalım yaşarken Türkiye’nin kalkınma hızı %10’un üzerindeydi.Sümerbank, Etbalık Kurumu,çimento ve şeker fabrikaları,Demir çelik fabrikaları hepsini sattılar,utanmadan enkaz diyor

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı