REKLAMI GEÇ

DİN VE YOKSULLUK SİYASETİ

Türkiye 2000’li yıllara kadar mutlu ve huzurlu bir ortamda yaşıyordu. Belki insanların cebinde para yoktu ama, mutluydu. “Yarınlarım ne olacak” diye düşünmüyordu. Gençlik bu denli azmamış, kültürüne ve dinine bu kadar yozlaşmamıştı… Yabancı dildeki tabelalara rağmen, Türk ve Müslüman kimliğini unutmamıştı. Ve Türkçesini geri kazanabilmek için mücadelenin içine bile girmişti… Belki tuzu kuru olanlar, fakirlerin durumunu göremiyordu ama, halini arz edenlere kucak kesinlikle açıyorlardı….

/ DENİZLİHABER / 26 Şubat 2010 Cuma, 14:12

Türkiye 2000’li yıllara kadar mutlu ve huzurlu bir ortamda yaşıyordu. Belki insanların cebinde para yoktu ama, mutluydu. “Yarınlarım ne olacak” diye düşünmüyordu. Gençlik bu denli azmamış, kültürüne ve dinine bu kadar yozlaşmamıştı…
Yabancı dildeki tabelalara rağmen, Türk ve Müslüman kimliğini unutmamıştı. Ve Türkçesini geri kazanabilmek için mücadelenin içine bile girmişti…

Belki tuzu kuru olanlar, fakirlerin durumunu göremiyordu ama, halini arz edenlere kucak kesinlikle açıyorlardı. Ben, maddi derdi olup da bir işletmeye giren insanın boş döndürüldüğünü görmedim.
Hele ilimizdeki cemaatlerin 365 gün pişirdikleri aş, karınları aç fakir insanların sofralarına sessizce giriyordu. Hiçbir cemaat, diğerinin işine karışmıyor, yardımlarını gizliden yapıyordu. Bu şekilde öğrencilere burs veren cemaatlerimiz bile vardı. Toplumun sosyal yapısını iyi bilen yardımsever insanlar, yardımlarının mutlak yerine ulaşmasından dolayı da bu tür cemaatleri seçiyorlar ve sürekli olarak düzenli yardımlarını yapıyorlardı. Velhasılı, fakirdik ama; onurumuz ve gururumuz vardı.

Taaa ki, sosyal yardımlaşma siyasi bir olgu olarak karşımıza çıkana kadar, bu durum böyle sürüp gitti.
AKP iktidarı ile birlikte sosyal yardımlaşma olgusu, “Sosyal devletin” vatandaşına bakması ve gözetmesi ilkesinden hareketle; dinimizin emri olan “Allah katında geçerli sadaka, sol elin verdiğini sağ el bilmeyecek kadar gizli olandır” mealindeki Hadis-i Şerif doğrultusundan çıktı ve buralara kadar geldi.

Hz. Ömer (R.A) halife olduğunda, gecenin bir yarısında Mekke sokaklarında dolaşırken, bir evden çocuk ağlamasının geldiğini duyar. Girer içeri, bakar ki ihtiyar bir kadın ocak ta “taş” kaynatıyor. Küçük bir çocuk ta durmadan ağlıyor.
– Kadın, bu çocuk neden bu kadar ağlıyor. Hem sen neden ocakta taş kaynatıyorsun?
– Bu benim torunum. Açlıktan ağlıyor. Babası savaşa gitti. Yiyecek bir şeyimiz kalmadı. Onu kandırabilmek için taş kaynatıyorum.
– Derdini neden söylemezsin bre kadın. Sen derdini söylemezsen kim bilir?
– Bilecek. Neden halife oldu Ömer? Bilmek zorunda…
Kadının bu kısa ve öz konuşmasından çok manalar çıkaran Hz. Ömer, derhal yerinden kalkar ve ambara giderek bir çuval un ve diğer erzak ile birlikte geri gelir.
-Al nine. Bunlar seni uzun süre idare eder. Bittiğinde bana tekrar haber ver. Tekrar getireyim.
Kadın şaşkın. “Allah razı olsun senden. İsmini bağışla..
-Ben Halife Ömer. Sizi bu halde bırakan, ahalisini unutan Ömer…. Ve ağlayarak çıkar evden…
Ve o günden sonra, Mekke sokaklarında fakir ve fukaraların evlerinin avlularına gece yarısı el ayak çekildikten sonra erzak bırakılmaya başlanır. Kimin bıraktığı, kimler tarafından bırakıldığını hiçbir insan bilemez.

Buradan hareketle; son 7 yıldır fakirlemizi fişledik. Götürdüğümüz yardımları aleni ve açıkca yaptık. Televizyon ve gazetelerimizde haber olarak yayınladık. Yani Müslümanlık ve insanlık adına yaptığımız yardımları, usulüne uygun olmaktan çıkararak, kendi bildiğimiz gibi yaptık..
Sonrasın da bu insanlara yapılan yardımların da karşılıksız olmadığını, seçim zamanlarında evlerine giderek hatırlattık..

Yani.. Dinimizi de, yoksulluğumuzu da siyasete uydurduk….
Allah sonumuzu hayır eylesin…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı