REKLAMI GEÇ

MİSKET

12 Haziran 2017 Pazartesi

Ay erguvana bandırdığı serin bir öpücüğü kondurmuştu güneşin alnına. Hüznün sarısını hatıra bırakmıştı ayrılırken. Teselli etmek bana düştü güneşi ama beni ona ulaştıracak yolu bilmiyordum, bu yüzden gecenin, dağın eteğine ektiği çiy damlalarını takip ettim. Damlalar eteklerinden başındaki haleye doğru yukarıyı işaret ediyordu. Yeşil, gözüme renk, çakıl taşları da hare olmuştu içine. Ciğerlerim her adımda önce dünyayı, sonra evreni içine alacak kadar genişlemişti. Aldığım nefesler hep bir öncekinden daha derin oluyordu. Ne geniş karınlı bir organdı şu ciğer. Ciğerimle büyürken, kulaklarımdaki zonklamayı önemsemiyorduk. Çünkü kuş sesi ve rüzgârın fısıltısından başka bir şey duymamaya kararlıydık. Mevsimsiz bir uğur böceği yanaştı usulca. Nöbet sırası belirlemiş olmalılardı aralarında ki yirmi adımda bir başkası bize eşlik ediyordu. Dedim güvendeyiz. Çiçeklerdeki mor oranı mı artmıştı çıktıkça, algıda seçicilik mi yapıyordum anlayamadım. Morun her tonu tanışmadığımız çiçeklerin üzerinden sarıya bulanarak gözlerimi boyuyordu.

Başımı kaldırdım sakince… Mavinin sonsuzluğu süzüldü kirpiklerimin arasından. Süzdüğüm maviyi içtim buz gibi kana kana. Sağıma baktım sırça yürekli bir zeytin ağacı tutunuyordu hayata yamacın kıyısında, ölümle kalım arasında. Sarıldım narin gövdesine “Korkma !“dedim.

“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak.

Unutma; aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak”

Yapraklarından içli bir damla süzüldü “Biliyorum bu şiiri,belki Nazım bizim için yazmıştır bunu…”

“Hepimiz için yazdı, her şey için yazdı, üstümüzdeki ölü toprağını silkelememiz için yazdı” dedim.

Elini tuttum, başını okşadım, gevrek bir teselli bırakarak ayrıldım yanından.

Direniyordum ben de yaşayarak. Dağın haşmetinden güç alarak, mavinin sonsuz huzurunu içimde çalkalayarak! Çakıl taşlarını ayağımda şıkırdatarak yükseldikçe, celladına aşık dünyanın sövmeye bile değmeyecek kadar küçük olduğunu görüyordum. Puslu bir tül perdenin ardında kalmıştı “koca dünya” dediğimiz misket. Milyon insanın, güya yaşadığı koca şehri avucuma sığdırabiliyordum. Çocukken başaltı dediğimiz bir oyun oynardık. Misketleri yan yana dizer büyük misketle vurmaya çalışırdık.

Tanrı başaltı oynuyordu bence. Büyük bir misketle dünyayı “tık “ diye vuracak ve çıkacağız oyundan.

Düşündüm, düşündüm, üşüdüm. Hem tatlı tatlı üşüdüm, hem irkilmeyle karışık ürperdi içim.

Hem sabah serinliği gibi, hem sahilde yürürken beklemediğim bir anda köpüklerin ayağıma dolanması gibi ürperdim. Misketin içindeki hava kabarcığı bile değildim. Hiç birimiz değildik neyi paylaşamıyorduk. Buradan bakınca insan başına bir arpa tanesi bile düşmüyordu. Silahtan, kanserden, petrolden kazandıkları, öldürdükleri bir insanın bir damla kanı kadar bile değildi ki. Suriyeli çocuğun ölürken kurduğu “Sizi Allah’a şikayet edeceğim” cümlesi kadar bile değildi.

Düşen bir zeytin tanesi kadar da değildi. Gözlerinde büyüteç vardı onların, dünyayı çok büyük görüyorlardı, yürekleri kördü insanlığı görmüyorlardı.

Kaslarım isyan etmeye başlamıştı ama azimle çıkmaya devam ediyordum.

Direniyordum neticede, kolay değildi. Epeyce yükseldiğimde etrafıma baktım. Tazecik koparılmış fidanları görürüm belki diye. Belki dedim Aybüke yenice çıkmıştı, buralardadır. Belki onüç asker de buralardadır. Bakındım, bakındım… Biliyor musunuz, yoklardı. Önleyemedikleri eşkıya kurşunuyla, kalleş bombalarla yok edilen bahar dallarımıza şehit diyerek sıyrılıyorlar ya işin içinden, yalan vallahi yalan, yoklardı. Canların hesabı sorulana kadar da bir bulutun üstüne oturup bekleyecekler. Belki de Tanrı başaltını vurana kadar…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı