REKLAMI GEÇ

BERLİN… MÜZELER VE BİSİKLET KENTİ!

11 Temmuz 2017 Salı

Bir ceylan aksayarak geçer rahlelerden…
Yüzüm puslu
Ayetlerimde bir ölümlünün dünyaya teğet geçen yaşamı
Suya doğru gül diyorum
Bir ceylan aksamadan geçiyor rahlelerden…

Berlin’deyiz…
İnsanın aklını değil sadece, insanların gövdesini ikiye kesen bir kent gibi Berlin. Saat 18.00’de giriyoruz şehre. Dresden’den Berlin’e kadar süren toplam 500 km’lik yol boyunca hiç toprak parçası görmedik desek yeridir. Her yer ormanlık ve tarım arazisi. Almanya nasıl bir dünya gücüne dönüşmüş belli. Dünyanın bir çok bölgesinde uyguladığı ve sömürüye dayalı dış politikaya karşın kendi ülkesini refah tutan, modernizmi köy hayatına değin kurgulayan bir işleyiş hakim. Kurallar ve saygı kültünün egemen olduğu bir yapı. Ağacı ve otu dahi koruyan bir korumacı güdüyle ülke baştan sona düzenli bir yeşil örtüyle kaplı. Özellikle kentler içinde devasa doğal park alanlarında insanlar bisiklet sürüp spor yapıyor.
Bisiklet için ayrı bir parantez açılmalı. Her yerde ve her koşulda bisiklet için ulaşım öncelikli düşünülmüş ve burada çocuklar yürümeye başladıktan itibaren bisiklete de başlıyorlar. Ölene dek de bisiklet sürüyorlar. Araç trafiği ise yayalara ve bisikletlilere göre dizayn edilmiş. Bu düzenli akışı görünce Denizli’yi düşünüyorum. Trafik kültürsüzlüğümüz ve düzeneğimiz gerçek bir garabet. İnsan utanmadan edemiyor. Doğal olarak da bu tür ülkelerde insanlarda bırakılan bir Türk izlenimi var elbette. Bu olumsuz izlenimden bizler de nasipleniyoruz. Berlin’de yer ayırtmamıza rağmen kampçılar bizleri görünce doldu deyip kampta yer vermediler. Bir başka kampta da aynı soğuk uygulamayla karşılaştık. Navigasyon üzerinden şehir merkezinde başka bir kampta da gençlerden oluşan dar bir kamp alanında tahminimizden sıcak bir ilgiyle karışık yer bulduğumuzda gece saat 22.00’lere ulaşmıştı zaman. Neyse ki Avrupa’da neredeyse saat 23.00’te karanlık çöküyor. Çadırlarımızı hızlıca kurup dinlenmeye geçebildik.


175’in üzerinde müze olduğu düşünülürse aslında pek de bir yere gidemedik. Düşünün, sadece Berlin’de 175 müze. Güzel sanatların bütün alanları, bilim, doğa, tasarım, bilişim, teknoloji, tarih, felsefe, moda nice birçok alanda tarihsel dokuya uygun bir modern çizgiyle sunulan müzecilik bizi derinden etkiledi.
Bütün kent kurgusunda bir ada oluşturmuş olan Berlin birçok müzeyi bünyesinde taşırken müze turizmi gibi bir kavramı burada kullanmakta sakınca görmüyorum. En ucuz müze kişi başı 10 Euro civarında başlıyor. Biz gezdiğimiz müzelerde gördük ki, birçok ülkenin yanı sıra Almanlar da yoğun ilgi gösteriyor müzelere.

Açıkçası bir müze kültürü var. Yapılanması da oldukça modern. Almanca ve İngilizce yazılı açıklamalar olmasına rağmen tele kulak ile sekiz on dilde eserler üzerinde açıklama yapılıyor. Aralarında Türkçe’nin olmaması trajik. Açıkçası Avrupa’da pek de bizi takan yok. Bunu derinden hissetmek bizler için acı vericiydi…

Berlin gezi günümü Bertolt Brecht müze eviyle açıyoruz. Hayalini kurduğum bir ziyaret. Saat 11.00 civarında müzeye giriyoruz. Ziyaretçiler sırayla alınıyor ve bir rehber eşliğinde üç kattan oluşan ve Brecht’in eşiyle yaşadığı evin her yerini bize anlatıyor. Burada da elbette anlatım İngilizce. Almanya genelinde 2 milyonu aşan Türk olduğu söyleniyor. Bu rakam içerisinde kaç kişi bu müzeye ziyaret etti anlaşılabilir sanırım. Berlin’deki dönerci sayısı, müzelere gezen Türk sayısından neredeyse fazla.

Brecht (1898-1956) yirminci yüzyılın en önemli şairi, oyun yazarı, diyalektik tiyatronun kurucu ustası… Eşi Helene Wegel’le bu evde son günlerini yaşadı. Brecht’i evinde ziyaret edip yakınındaki mezarlığında fotoğraf çektirme fırsatını bulmak etkileyiciydi. Dünyanın döngüsüne dokunmuş bu değerli kalemler, adı ve ürünleriyle yaşamını hala sürdürüyor aramızda. Benim için duygu yüklü bir ziyaret oldu.


Berlin’e gidince duvarı görmemek olmazdı. Şimdi çocuklar oynuyor etrafında. Alman duyarlılığı tarihiyle yüzleşip onu koruyup ziyarete açma gibi bir erdemliliği göstermiş. Bu bile değerli. Nazi geçmişin trajedisini dahi olduğu gibi yansıtıyor. Kamplar müzeye dönüştürülmüş. İki halkı birbirinden ayıran duvar da. Şimdi ücretini ödeyip buraları gezip görebiliyoruz. Sahi Madımak otelimiz vardı bizim, ne oldu acaba… En son dönerci dükkanı olarak işletiliyordu…

Duvar 1961 yılında yapımına başlanmış ve 46 km uzunluğa sahipmiş. 1989’da yıkılana kadar ayakta kalan duvar hikayeleri de oldukça fazla. Burada konu tamamen uzuyor, okurun araştırmasına bırakacak tatta kalıp gezimizi sürdürelim…

Arkeolojiye olan ilgimizi de Berlin’de göstermekten geri durmadık. Ünlü Pergamon müzesi tanıdık yüzüyle bizi karşıladı. Zeus sunağı ve Milet kapısı gibi eserler müzede kapalı ortamda muhteşem bir sunumla gösteriliyor. Burada ilk kez bir müzede Türkçe kulaklıkla karşılaşıyoruz. Elbette eserlerin ülkemizden getirilmiş olması bunda etken. Açıkçası daha önce bizlere verilen eğitimlerde bu eserleri ülkemizden acımadan kaçırdıkları üzerineydi… Müzeyi gezip gördükten sonra gerek Sümerlerin, gerek İran tarihinin ve gerekse Anadolu’dan getirilen bu eserlerin aslında bir yönüyle çok iyi korunup değer verilen müzecilik anlayışıyla ve layıkıyla insanlığa sunulması fikrimi değiştirdi. Keşke gereken değeri verebilseydik de ülkemizde tutup sergileyebilsek…

Almanya’ya gidilir de Marks ve Engels heykeli uğranmaz mı?
Demek ki bu ülkede heykellerin çok tehlikeli ve put olduğuna inanmıyorlar…

Berlin bir tarih hazinesi. Kültür deposu. Gezdiğimiz kiliseler, müzeler sayfaya dönüştükçe yazı uzayacak. Natural Park’tan da söz edip bu bölümü geçmeli. Gerçekten ilk kez bu denli büyük bir müzede tarihsel yaratıklarla karşı karşıya geliyorum. Dinozorların bir film seti karakteri olduğu kanısında inatçıydık uzun yıllar. Ancak fosillerin birleştirilip modern teknolojiyle buluşturulmuş animasyonları görülmeye değer. Çocuklarımız bayıldı. Bir tür ölü hayvanat bahçesiydi. Ahh, ülkemizin ne denli tarihin gerisinden emeklediğini bize tanıtlayan bir müze daha… Beni en çok etkileyen şeylerden birisi de, müze içinde derslikler vardı. Henüz ana sınıfı ve ilkokul çocuklarından oluşan onar kişilik gruplar, uzman kişilerce, müze içerisinde, mikroskoplarla birlikte çalışma yapmalarıydı. İmrendim. Daha ana sınıfından itibaren Müzeciliğe ve bilime gösterilen yaklaşım. Darısı bizim sistemi dahi diyemeyeceğim eğitim sandığımız şeye…

Berlin kısa bir yazıyla anlatılacak bir yer değil. Uzun uzun da anlatılamadı zira. Ama Berlin bu… Gidip görmek gerekir. Paranız varsa o da. Biz bu yüzden çadır ve market alışverişleriyle bu işe soyunduk. Yolculuk sürüyor. Yakıt ciddi bir sorun ama. Araba bizler kadar yiyor.

Berlin, bir gezinin keyifle yapılabileceğinin zengin ipuçlarıyla doluydu. Nüfusunun yarıdan fazlasının ateist, kalan nüfusun yarısının Hristiyan ve diğer yarısının dünyanın birçok ülkesinden gelen insanların özgürce dinsel inançlarını sürdürebildiği ve bunun için hiç hor görülmediği bir kurallar kenti olduğu düşünülürse şehrin ışıklarına dalmak gerekir… Siz de dalın gitsin… Boğulmazsınız.

Sonra evrenin yıldızlarına çocuklar doğuracağız gizlice…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı