REKLAMI GEÇ

Kanada Sarayında Bir Denizlili

Kanada Sarayında Bir Denizlili

Kanada’nın konuştuğu Bekillili bilim adamı Prof. Dr. Yusuf Altıntaş, beyazlatılmış şarap tezgahtarlığından Kanada Kraliyet Sarayı’na uzanan yaşamını, Yaşar Tok’a anlattı

/ DENİZLİHABER / 20 Mart 2013 Çarşamba, 15:57



asim-altintas


“Fırsat buldukça Türkiye’ye geliyorum. Gelirsem de ilk durağım Bekilli oluyor. Zaten oralarda Bekilli’yi o kadar çok anlatıyorum ki, bazen soruyorlar “Türkiye Bekilli’nin neresine düşer”
diye.

Bu sözlerin sahibi, Bekilli’de Küp Şarapları kurucusu Hasan Altıntaş’ın oğlu, 35 yılı aşkın zamandır Kanada’da yaşayan, orada Kraliyet Bilimler Akademisi üyesi, Kanada’da Yılın Profesörü ödüllü, ayrıca sayısız başarı ödülünü bu zamana sığdırmış, son olarak geçtiğimiz ay üyesi olduğu Akademinin Onur nişanına layık görülmüş, nüktedan, zeki, dost canlısı, Bekilli düşkünü Profesör Dr. Yusuf Altıntaş.

Ödülü duyar duymaz kendisine ulaşıp bilgi istedim.

Gönderdiği e-mektupla kısaca yeni ödülünü ve yaşam başarılarını özetlemiş.

Biz de bu vesile ile geçen yıl yaptığımız uzun ve sımsıcak söyleşiyi yayınlayalım istedik. Elini sallasan ‘bedava’ prof’tan geçilmeyen ülkemiz akademik yaşamına biraz ışık tutsun diye. Kimbilir, o ışık işe yara ve belki birileri burada anlatılan hikayeden kendine pay biçer diye. İşte Yusuf Altıntaş’a sorularımız ve onun nüktelerle bezenmiş hoş sohbeti.

yasar-tok-altintas-2

Şapkacı hasan Amca’nın oğlu Yusuf Altıntaş’ı önce sizden dinleyelim isterseniz.

Önce şu bilgiyi vereyim. Nüfus idaresindeki doğum tarihim 1954. Ama benim asıl doğum tarihim 1953 imiş. Bunu da elli yaşındayken öğrendim.

Anam demişti ki, “Abdalların Hacı sabah ezanında, sen doğdun öğlen ezanında. Bizim Pazar günüydü, zemheriydi”, o kadar. Sonra araştırdım, asim-altintas-3Bekilli’nin pazarı o tarihlerde hangi güne geliyor, babamın verdiği takribi bilgilerden de yararlanarak Microsoft takvimine göre gerçek yaşımı elli yaşındayken öğrenmiş oldum.

İlk ve Ortaokulu Bekilli de okudum. 1968 yılında Denizli Lisesi’ne girdim, 69 yılında Pamukkale’de şarapçılık yaptım, o dağın dibinden yukarıya kadar şarapları taşırdım. O şarap beyazlatma tekniğini babam bulmuştu. O zamanın Valiliği bize ufak bir dükkan verdi Pamukkale’de, orada şarap satardım, günlük hasılat 100 liraydı, şimdinin parasıyla elli lira falan. Bu toplam hasılattı. Kar filan değil. Yani zararına çalışıyorduk.

Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi(İTÜ)’ne girdim. Kazaen girdim herhalde. O zamanlar çift sınav varmış, bizi önce üniversite giriş imtihanına alıp, sonra da bir gün fizik diğer günü kimyadan sınava soktular. O şekilde girebildim üniversiteye. İTÜ Uçak Bölümü’ne girdim. O zamanlar Uçak, Makine, Sanayi bölümleri beraberdi. 15 kişi almışlardı uçağa, ben de 15’inci, yani en sonuncu olarak girebildim.

Üniversitenin ilk yılı başarılıydım ama iki ve üçüncü sınıflarda başarılı değildim. Gençtik, siyasete bulaştık. Son sınıfta toparladım, bitirme becerisini gösterdim.

Yurt dışı maceranız ne zaman başladı?

Okuldan sonra İngiltere maceram var. Bir buçuk yıl İngiltere’de kaldım. Lisan okulu, takım tezgahlarında eğitim, parasızlık… Geri döndüm. Kırıkkale’de çalıştım bir sene.

Senin anlayacağın tesadüfen bilim adamı oldum. Benim bir devre küçük arkadaşım Amerika’ya master için başvurmuştu. Kanada başvuru formlarının iki nüshasını masada bıraktı. Ben o iki formu doldurup gönderdim, bir tanesinden burs çıktı.

Formlar boşa gitmesin diye doldurdunuz herhalde?

Evet, formlar boşa gitmesin diye doldurup gönderdim. Bu arada 5 Eylül’de evlenecektik, 1 Ekim’de de askere gidecektim asteğmen olarak. Biz bu hazırlıkları yaparken 15 Ağustos tarihinde Kanada’dan telgraf geldi, ayda 480 dolar burs veriyoruz size diye. Hemen nişanlıma telefon ettim, Ankara’ya geldi. Birlikte Kanada Konsolosluğu’na gittik. Yaşlıca bir hanım bizi içeriye aldı, görüşmede “çocuklar” dedi “bu parayla aç kalmazsınız ama sürünürsünüz.” Oysa biz zaten fakir aile çocuklarıydık, tüm şartlar çok daha kötü durumdaydı o zamanlar.

Nişanlımla evlendik. Ertesi günü Pamukkale Ekspresi treniyle İstanbul’a gittik. Bir akşam ablamda kaldık, ertesi günü ayakta otobüsle Tekirdağ’a gittik. Orada kuzenimle buluştuk. Kuzenim, kocası, üç yaşında çocukları, iki de biz. Peynir tenekeleri, turşu tenekeleri, kuru üzümleriyle üç gün üç gece Paris’e gittik. Uçak bileti almaya paramız yoktu, onlar bizi Paris’e kadar bedava götürdü. Paris’te bir akşam kaldık, ertesi günü Fransız havayollarına gittim. Tek yön iki kişilik bilet istedim, “nereye gideceksiniz” dedi. Gideceğimiz yer Kanada’nın en doğu tarafıydı. Oraya direkt uçak yok tabi. Ufak bir yer. Montreal’e gitmek gerekiyordu önce, “Montreal’den sonra uçakla devam etmek ister misiniz” dedi. Ben de içimden “yahu zaten paramız yok, haritadan baktım hızlı trenle yarım saatte varılır” diye düşündüm. Yok dedim, sadece Montreal’e bilet alalım.” Montreal havaalanından şehir merkezine zaten otobüsle gittik. Tren geldi bindik, bizim yarım saat hesapladığımız yok tuttu mu 14 saat. Meğerse gideceğimiz yer 1300 km imiş. Kanada büyük bir ülkeymiş. Benim mühendisliğim zayıf olduğu için ölçüye bakmayı unutmuşum. Trende sadece ikimiz vardık, bir de yaşlı bir hanım. O bir yerlerde inmiş, biz hanımla yalnız kalmışız. En sonunda kovboy filmlerindeki gibi bir barakanın önünde indik. Hanım başladı ağlamaya, para da yok dönecek, “bir tek lafla beni buralara kadar getirdin” dedi. Cebimizde 800 lira para kaldı. Şöyle etrafa baktık, ağaçların arasında bir tahta kulübe var.

Bu arada yabancı dil bilginiz nasıl, yeterli mi?

İngiltere’de kurs aldığım için yabancı dilim var tabi. Neyse biz bekliyoruz. İstasyonda bir görevliden başkası yok. Bir de genç bir kız geldi bize doğru. “Ben” dedi, “yabancı öğrenciler ofisinin kızıyım.” Annesi demiş ki “aptalın birisi trenle gelmeye kalkabilir, git istasyonu bir kontrol et.” Biz bunu duyunca gayet memnun ve rahatlamış şekilde “O aptal benim” dedim.

Şehirde üniversite varmış, tren istasyonu şehir dışında. 30 bin nüfuslu ufak bir şehir. Başkent, adı Fredericton. (New Brunswick eyaletine başkentlik yapıyor.)

Öyle gittik Kanada’ya. Master yapık, yarı aç yarı tok, can havliyle Master’ı 16 ayda bitirdik. Öyle sıkı çalıştım ki birinci geldim bölümdeki Master öğrencileri içinde. Doktoraya başladığımda birkaç yerden burs çıktı. Ama ben aile geçindirmek zorundaydım. Bu arada hanım hamile, çocuk doğacak, bizde para yok. Montreal’de uçak motor fabrikasında çalıştım bir sene. Kızımız orada doğdu.

Sonra hanım Master’a başladı, ben de 66 km ilerideki bir yerde başmühendis olarak işe başladım, üniversitenin bilgisayar destekli tasarım merkezinde. Her gün bir saat gidiş, bir saat geliş dağlardan ovalardan. İki sene orada çalıştım. Hanım Master’ı bitirince bu sefer ben üniversiteye döndüm. Hamilton’da doktora yaptık, sonra şu anda çalıştığım üniversitede Yardımcı Doçent olarak 1986 yılında işe başladım.

Şimdiki Üniversite hangisi?

University British of Columbia. Pasifik Vancouver’da. Kanada’nın üç büyük üniversitesinden birisidir. Elli bin öğrencisi vardır. Dünya sıralamasında ilk otuz içine girer, mühendislikte ise dünya sıralamasında ilk ona girer. 25 senedir orada hocalık yapıyoruz. Beş sene yardımcı doçentlik, beş sene doçentlik, 1996 yılından beri de profesörüz.

Buraya kadar anlattığınız, hikayenizin ana çizgileri. Bunun detayları da var. Benim merak ettiğim, Kanada’ya gidene kadar süreç nasıl geçti? “Rahat durmadım, siyasi işlere de karıştım” demiştiniz.

Okulu bitirince İngiltere’ye gittim. İki yıl takım tezgahları üzerine çalışıp geri döndüm. İngiltere’den de doktora teklifi almıştım ama param yoktu. İngiltere’de yabancı öğrencilere burs vermezler. Benim ailemin ise gücü yoktu, döndüm ve bu işi öğrenmeyi kafaya taktım.

Bu iş dediğiniz?..

Takım tezgahları. Makine Kimya’ya girdim. Orada bir sene Takım Tezgahları imalat mühendisi, atölye mühendisi olarak çalıştım.

O yıllarda Makine Kimya, daha doğrusu Ankara biraz çetrefilli yerdi diye hatırlıyorum.

Makine Kimya’da pek sorun yoktu. Grev falan olmazdı. Benim zamanında olmadı en azından. Ama hepimiz kelle koltukta gezerdik, can güvenliğimiz önce sokakta yoktu. Ben fabrikanın askeri değil, sivil bölümünde çalıştım. O dönemde Kıbrıs hadisesinden dolayı Türkiye üzerinde ambargo vardı. Türkiye’nin uluslararası düzeyde hiç sözü geçmiyordu. Bizim arkadaşlar top fabrikasında Atatürk zamanında alınan tezgahlarda ilk havan topunu yaptılar. Yıl 1976’ydı. O zamanlar Türkiye’de fazla bir şey yapılamıyordu zaten. Rulman’ı resmen naylon fatura ile kaçakçılardan alıyorduk. Neden, fabrika durma noktasına geldi. Rulman alamıyorsunuz, açık olarak ithal etme olanağı yok, ambargo var, para yok, döviz yok. Ben 1977 Ekim’inden 1978 Ağustos sonuna kadar MKE’de çalıştım. O yıllarda bunlar oldu.

asim-altintas-2

Kanada’ya gidiş tarihi tam olarak neydi?

1978 12 Eylül’ünde varabildim.

12 Eylül’ü nasıl duyup karşıladınız Kanada’da?

O tarihte fabrikada çalışıyordum. Biliyorsun o zamanlar Türkiye’de çok fazla insan ölüyordu. Her gün 20-30 kişi hayatını kaybediyordu. Ama Askeri diktatoryanın hiçbir zaman çözüm olmayacağını bilecek kadar da kültürümüz vardı. Protesto ettik tabi.

Askeri rejimin gelmesinin kabahati sadece askerlerin değil. Politikacıların da büyük suçu var. Cephelere böldüler Türkiye’yi. Bizden, bizden olmayanlar… Bir grup iktidardaydı, öbür grup muhalefetteydi. Muhalefetten çok fazla insan öldürülüyordu.

Bekleniyordu değil mi, siz bekliyor muydunuz böyle bir müdahaleyi?

Bizim için şok olmadı çünkü politikacılar çözüm üretemediler, askerler ise kendi çözümlerini ürettiler.

Sizin açınızdan bakarsak; Türkiye’de o dönem ya sağda ya da solda olmak zorundaydınız. Ortada olunamazdı. Siz solda olmayı seçmiştiniz. Bizim için de aynı şey geçerliydi. Sanki son birkaç yıl hepimiz “askeri bir darbe olabilir, olacak, oluyor” türü bir içselleştirmeye mi maruz kaldık, ne dersiniz?

Şimdi 12 Mart var. O dönemde öğrenciydim ve o dönemi en kötü haliyle yaşayanlardan biriydim. Çok kötü bir dönemdi. 12 Eylül kadar değildi ama o güne kadar gördüğümüz en kötü yönetimdi. 12 Mart’ı gören biri 12 Eylül’ü özlemezdi. Ama siyasetçiler sanki 12 Eylül’ü beslediler, davetiye çıkardılar. Sanki sokaktaki terörü siyasetçiler beslediler. Bazı siyasi partiler bu terörün tam içindeydi. Neyse geçelim, çok kötü günlerdi yani. 12 Eylül’de ise siyasi bir durum içinde değildik, o nedenle daha yumuşak bir geçiş sağladık. Paramız yoktu o nedenle 4 yıl ülkeye gelemedik. Sonra tüm paramızı uçak biletlerine yatırıp 1982’de geldik. Askeri darbeyi de ilk o zaman gördüm.

Kanada günlerine geri dönelim. Paranız yoktu, ama doktora yapabildiniz. Kendi deyişinizle Bilimadamı olmamak için direne direne Bilimadamı oluşsunuz?

Kanada hükümetinin bölüm birincilerine sağladığı bir burs vardı. Doktora bursuydu ve dünyanın herhangi bir üniversitesinde doktora yapabilme hakkım vardı. Taşınabilir bir doktora bursuydu. Tabi Kanada da yaptım. Kanada üniversiteleri oldukça iyidir. Kanada ve Amerikan Üniversiteleri bilimsel araştırma olarak en fazla üreten okullardır.

Kanada’ya kazaen gittiğimi söylemiştim. Master yaptıktan sonra kafaya koydum bu işin uzmanı olacağım diye. Bir süre çalıştım orda. Belki dünyanın en iyi hocası ile çalıştım. Çekoslovak bir hocaydı. Korkunç deli biriydi, huysuzdu ama çok iyi bir profesördü. Nitekim o ölünceye kadar dostluğumuz da, bilimsel kavgalarımız da devam etti. 1992-93 yıllarında Almanya Aachen Üniversitesinde hocalık yaptım, orada bir burs kazanmıştım. 1999 yılında Amerika’da profesörlük yaptım. Bu arada Türkiye’ye de geldim. Kafamda taşınmak vardı. Üç ay Dokuz Eylül Üniversitesinde hocalık yaptım. Ama orada gördüm ki ben burada yapamayacağım. Bizim zamanımızda öğrenciler politikti, şimdi ise hocalar politikleşmiş, öğrencilerin umurunda değil. Şimdiki durum ise eskisinden daha tehlikeli. Çünkü yandaş, yandaş olmayan şeklinde okullar parçalanıyor. Bu sağlıklı bir bilimsel üretim doğurmaz. O nedenle daha tehlikeli.

Kanada Kraliyet Bilimler Akademisi üyesisiniz. Sizden başka Türk var mı bu kurulda?

Mühendis olarak benim dışımda işletmeci iki kişi,  bir de Toronto Üniversitesi’nden emekli matematik profesörü var.

Bu kurul Türkiye’de TÜBA kısa adıyla bildiğimiz Türkiye Bilimler Akademisi ile aynı işleve sahip demiştiniz. Her iki kurum arasında bir karşılaştırma yapar mısınız?

İki kurul bilimsel özellik, yeterlilik ve özerklik boyutuyla hiçbir zaman karşılaştırılamaz. Ayrıca böyle karşılaştırma için Kanada’daki üniversite sisteminde bilim insanı nasıl yetişiyor onu anlatmak gerekiyor. Türkiye’den çok farklı çünkü.

Kanada ve Amerika’daki yardımcı Doçentler ilanla aranır. Dünyanın dört bir yanına ilan verilir, bir pozisyona 250-300 kişi başvurur ve bunlardan önce 6 kişi seçilir. Bu 6 kişinin referansları incelenir ve 3’e indirilir. Bu 3 kişi mülakata çağrılır. Mülakat tam bir gün sürer. Sabah yedide kahvaltı ile başlar. Akşama kadar ders vermekten araştırmaya, sözlü mülakata kadar her yönüyle sınava tabii tutulur. Bizim sistemde Üniversiteler öğretim üyelerine bir kuruş para vermez. Telefon giderini, kağıdı, kalemi bile kendimiz öderiz. Araştırma parasının tümünü sponsor verir. Bu kurumlar Türkiye’deki TÜBİTAK karşılığı kurumlardır. Projelerle başvurulur, içlerinden yarışmayla, hakemlerle projeniz seçilir, paranız oradan gelir. Ayrıca harici sponsorlar buluruz.  Yanımızdaki master ve doktora asistanlarının parasını işte bu proje paralarıyla veririz. Sponsor paralarının yarısına da üniversite kar olarak el koyar. Yardımcı doçentler ile üç yıllık anlaşmalar yaparız. Üç yılın sonunda çalışmalarında, notlarında, araştırmalarında bir ilerleme yoksa kovulur. Başarılı olanların dosyası 6 yılın sonunda kapanır. Doçent olmak için öğrenci notlarına, bilimsel dergilerdeki yayın sayısına, araştırmalardaki başarısına bakılır. Biz de Türkiye’deki gibi konferanslar falan bilimsel çalışmadan sayılmaz. İlgili dosyayı başka üniversitelerden birkaç hocaya göndeririz, onlar kanaatlerini belirtirler. Biz buna Türkçe de “kolun uzanamadığı hakemler” diyoruz. Kimsenin etki etme, adam kayırma, seçme olanağı olmaz.  Sonuçta %40 eğitim, %40 araştırma ve %20 üniversitenin katkılarıyla doçent olunur. Doçent olmak ömür boyu kadro sahibi olmaktır, Bu da 7.yılın sonunda falan olur. Ama kovulursa yapabileceği, daha düşük eğitim seviyesindeki üniversitelerde iş aramaktır.

yasar-tok-altintas-1

Peki Rektörün ya da hatırlı hocaların arkadaşlık ve yakınlığı, “hamili kart yakinimdir” uygulaması yok mu?

Ben sadece aldığım ödülden sonra rektörün bir kez elini sıkmıştım, başkaca ne konuşurum ne de görürüm. Onlar da görmez. Zaten yukarıda anlattığım seçme kıstasları buna meydan vermez.

Kısaca özetleyelim, üniversiteye para getirmezseniz hiçbir şey yapamazsınız. Ne yayın yapabilirsiniz, ne araştırma yapabilirsiniz, ne de master ve doktora öğrencisi bulabilirsiniz.

Şunu merak ediyorum, Türkiye gibi nispeten zor koşullarda eğitim yapılan ülkelerde başarı neden düşük? Tersi olması gerekmiyor mu? Yani zorluklar insanı kamçılar ve sizi başarılı olmaya zorlar. Başka şansınız yoktur.

İyi bir bilim insanı olmak için Akademik özgürlük şart. Rektör, dekan, bölüm başkanı, politikacının bizim üzerimizde hiçbir söz hakkı yoktur. Önce bunun sağlanması lazım. Türkiye’de önce bunun sağlanması lazım

Aslında Türkiye’deki ekonomik şartlar çok iyi. Çünkü üniversiteler herkese para veriyorlar. Oysa bizde vermiyorlar, hemen işten kovuyorlar. Benim oradaki maaşımı şu anda bir şirket veriyor.

Kanada’daki ölçütü anlatayım; sadece yazdığı makaleler önemli değildir. O makalelerin dünya toplumu üzerindeki etkisi ölçü alınır. Kaç kişi atıf yapmış, hangi şirketler, kaç şirket bu makaleleri kullanmış, bilimsel ölçüt budur. Makale sayısı değil, makaleye atıf sayısı, makalede öne sürülen görüşlerin kullanılıp ne kadar ileriye taşındığı ölçüsü.

Başka bir şey söyleyeyim, benim üyesi olduğum Kraliyet Bilimler Akademisi, biz üyelerin aidatlarıyla sürdürülür. Ben her yıl oraya aidat ödüyorum. Yani devletin verdiği para ile yürümez o kurullar. O nedenle hiç kimse bilim insanları üzerinde baskı kuramaz.

Bu tür akademi geleneği eski Yunan kökenlidir. Modern çağlardaki Akademi geleneği ise İngiltere’de Sir Isaac Newton’a dayanıyor. Kanada’daki Akademi de İngiliz sömürgesi olduğu zamanlarda, 1800’lerin ortalarında kuruluyor. Benim üyeliğimi 3 yıl araştırdılar. Tam üç yıl bekledim. Hemen başvurup üye olamazsınız orada. Her şeyinizi didik didik incelerler. Yaptığınız araştırmalar, atıflar, referanslar ve ödüllere kadar araştırılır.

Peki hocam siz şimdiye kadar kaç ödül aldınız?

Bu faslı uzatmayalım ama, sadece bu yıl 4 ödül aldım. Eyaletin en iyi mühendisi seçildim. Arkasından Kanada karmasına seçildim. 4 mühendisten biriydim. Ondan sonra, her eyalet kendi en iyi mühendisini Kanada çapında en iyisi olarak sunar, kazanana altın madalya verirler, benim soyadım da Altıntaş olduğundan mı nedir, altın madalyayı bize verdiler. O günlerde Üniversitenin en iyi profesörü seçtiler.

Tüm bunların sebebi torpil. Torpil yapan da babam “Şapkacı Hasan.” Biliyorsun babam ‘Allahın Bacanağı’ idi. ‘Yukarıdaki’nin kulağına fısıldamış “oğlana biraz iyilik yap” diye, onun sayesinde oluyor bunlar. Peder eskiden zaten müezzindi. Şarapçılığında da araları hep iyi oldu. O nedenle biz bunları torpille kazanmış olduk.

Şu bacanak hikayesini özetlesek?

Gençliğinde mahalleden birisi bağırıyor, “heyt ulan var mı bana yan bakan. Ben bu mahallenin Allah’ıyım.” Babam da usulca koluna girip takılıyor, “heyt ulan var mı bize yan bakan, ben de Allah’ın bacanağıyım” deyiveriyor.

Hocam Teşekkürler. Bu keyifli sohbeti başka bir zamanda yine yapma fırsatını umarım buluruz.

Ben Teşekkür ederim. Fırsat buldukça Türkiye’ye geliyorum. Gelirsem de ilk durağım Bekilli oluyor. Zaten oralarda Bekilli’yi o kadar çok anlatıyorum ki, bazen soruyorlar “Türkiye Bekilli’nin neresine düşer” diye. Merak etmeyin daha çok sohbet fırsatımız olur.

Yorumlar

hüsamettin karpuz   -  Bağlantı 23 Temmuz 2013, 01:23

bekillinin gururusun be yusuf abi seninle gurur duyuyorum

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı