REKLAMI GEÇ

ANNEMİN GÖZLERİ

16 Ekim 2017 Pazartesi

Yıl 1924…Muhtemelen bir sarı yazdı mevsim. Bilek gibi iki kuzgun örüğünü çerpisinin altına salmış Müfide, yeni yeni şekillenen genç kız bedenini tütün tarlalarında seyrana bırakıyordu. Solgun güneşin iyice yeşile döndürdüğü gözleri tatlı hayallerle hafifçe kısılmıştı. Drama Köprüsü’nü geçip ona doğru gelecek bir Hasan bekliyordu belki de. Şıkır şıkır suların beslediği yemyeşil tarlalarda peşlerinden koşacağı bebeleri de gözünde canlanıyordu bir ihtimal.

Bilmiyordu ki ertesi gün mübadele denen bir canavar; onu çok sevdiği topraklarından koparacak, günlerce süren yolculuklarda aç, susuz bırakacak, kimi gün çocukluk arkadaşını kollarından alacak, evine, barkına el koyacak ve onu, ailesini sadece adını bildiği bir memlekete savuracaktı.

Yoktu çare yoktu güzel Dramasını terk etmekten başka. Türkiye sınırına geldiler. Babası İzmir’in Buca ilçesini tercih etmişti yerleşmek için. Çok özlüyordu memleketini ama Allahtan Buca da çok şirin bir ilçeydi, su yoktu belki çok ama yakınlarda deniz vardı. Bir de arkadaşları olsaydı!

Çarçabuk büyüdü örüklü göçmen kızı, tütün dizmeyi öğrendi. Tarlada çimen çimen bakan gözlerine bir Hasan değil ama bir Yusuf vuruldu. O da mübadele mağduru mahzun bir gençti. Birbirlerinin yaralarını sardılar, tıpkı hayalini kurduğu gibi 4 bebeleri oldu.

Ama hayat onlarla kızmabirader oynamaya devam ediyordu. En küçük bebe 1 yaşındayken Yusuf’u aldı yanlarından.

Göçmenliğin zorluğunu anca atlatıyorken, bir de dulluk eklenmişti 3 çocuk annesi gencecik fidanın dertlerine.

Girdi tütün tarlasına yine, o tanıdık yaprakların kokusu, gözünde uzanan sarı-kahve renk Dramasına götürdü onu. Hazana yedirdi hüznünü, dizdi, dizdi, dizdi tütün yapraklarını, büyüttü yetimlerini kimseye muhtaç olmadan.

En küçük Aysel, öğretmen okuluna gitti Denizli’de. O da peşinden tabii. Bitmiyordu göçmenlik canına yandığım. Şimdi de Bucasını bırakıp Denizli’ye gelmek zorunda kalmıştı. Alıştı buna da kuvvetli bünyesi, sert mizacı.

Aysel okula gidip gelirken, bir avukat bürosunun önünden geçiyordu her gün. Yeşil deri bir mantosu vardı, kitaplarını göğsüne bastırır, baston yutmuş gibi dimdik, sağa sola bakmadan geçerdi buradan.

O bakmazdı ama ona bakan çok olurdu. Göçmen güzeliydi, şehrin bütün gözde bekârlarının gözü üstündeydi, ama kimse yaklaşamıyordu.

Fakat o genç avukat Mahir, her gün büronun önünden geçen bu yeşil deri mantolu kıza ölümüne vurulmuştu ve kimseye bırakmaya niyeti yoktu. Hatta boyu uzun gibi gelmişti de bir gün çaktırmadan yanına doğru gidip boyunu ölçmüştü. Oh çok şükür kendisinden uzun değildi.

Kızın evini buldu, sordu soruşturdu ve ailesini gönderdi istemeye. Müfide Hanım tek başına çocuk büyütmenin verdiği sorumluluk ve sert mizacı ile çıktı karşısına “ okul bitmeden olmaz!” deyiverdi. Yıkılmıştı genç adam, ama bu güzellik beklemeye değerdi doğrusu. Bekledi yıllarca. Sabrın sonu selametti ki, ikinci gidişinde Aysel de gözlerini hafifçe yere indirerek, bu nasibi onaylamıştı.

Taaa Dramalardan, mübadele rüzgârı ese, yıka kollarına taşımıştı yol arkadaşını. Gözlerindeki göçmen hüznünü, yüreğinde eritti genç adam.

Bugün o göçmen güzeli yalnız kutladı doğum gününü; hüznünü yüreğinde eriten adamı, yüreğinde taşımaya devam ederek…

ANNEMİN GÖZLERİ
Annemin gözleri
göçmen yeşili.
Tuna’nın kumunu taşır
içinin hareleri.
Bildim bileli
öksüz bakar
annemin göçmen yeşili gözleri.
Hiç baba dememiş
dudu dilleri,
hep öksüz susar…

Tuna’dan gözünün benekleri,
kaşık surat,hokka burun,
Balkan havasından mı güzelliği,
yüreğinden mi gelir bilmem.
Duru yüzünde saklıdır
bir avuç hüzün.
Belki iz bırakmıştır
annesinin tarlada kırdığı her tütün.

İyi yanım annem benim.
Kıskandığım hatlar
geçmese de yüzüme,
çocuk kalbinden kanatlar taşır
içimde yaşayan bir melek.
Annemin duru yüzüne yakışır
Tuna’nın hüznünde yıkanmış
çocuk gözleri…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı