REKLAMI GEÇ

ESKİDENDİ…

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Aylardan haziran, yıllardan hatırlamakta zorlandığım uzak bir tanesi. Halamın ahşap evindeyim yine, babamı kandırmış, izni koparmışım yayıla yayıla uyuyorum. Gecenin, günle randevusuna yetişme telaşı içinde sırtına geçirdiği derin bir eflatun gecelik gözlerimi gıdıklıyor. Alt kattaki cumbalı pencerenin açık kanadından, yumuşacık bir akordeon sesi süzülüyor, daha önce duymasam da aşina gelen kulağıma. Yanında kıpırdak bir davul tıkırtısı, sanki insanları uyandırmaya kıyamıyor gibi titrek titrek eşlik ediyor. Mahmur bedenim bu zarif günaydına dayanamıyor ve cumbaya yerleşmiş, popomun izini taşıyan kıtık mindere konuveriyor. Parmaklıklardan aşağı sallanmış minik ayaklar havada tempo tutuyor, yürek heyecandan pırpır. Bu serin sabah serenadı bitmesin istiyor gönlüm. Gitmesinler diye koşarak odadan çıkıyor ve harçlığımı tutuşturuyorum bana bu güzelliği yaşatan amcaların eline. Koşa koşa yerime dönüyorum ve kaşık suratımı avuçlarımın arasına yerleştirip bekliyorum kendimden emin. Evet, harçlık işe yarıyor ve bir mani daha söylüyorlar bana gülümseyerek. Müzik uzaklaşmaya başladığında, sabahın tatlı ürpertisiyle yer yatağıma yuvarlanıyorum.

Halam bin bir çeşit reçeliyle boyamış sahur sofrasını. Kızarmış ekmek kokusu işveli işveli evin bütün odalarını dolaşıyor sırayla. Doyumsuz bir sahur vakti hep hatırlanmak üzere hafızamda yatıya kalıyor.

Orucun kişisel, aracısız, Ramazan’ın toplumsal bir kültür olarak yaşandığı günlerdi o günler. Kimin oruç kimin harıç olduğunu, kimin namaz kılıp kimin kılmadığını anlamadığımız, bunu belli etmenin ayıp sayıldığı nahif günlerdi. İftar sofralarının zenginliği ev ahalisi ve konuklar tarafından bilinirdi yalnız. Komşuya iftarlık götürülürken, tepsinin üzeri gazete ile fakirliğin üzeri nezaket ile örtülürdü.

Biz çocuklara tekne orucu tutturulur, gerçek oruca talim yaptırılırken, ağzımızdan küfür kaçsa “çabuk ağzını yıka bakayım, orucun bozulacak” uyarısı ile çeşmenin başına yollanırdık. Ramazan diye, kedi kuyruğuna teneke bile bağlamazdı haylaz oğlanlar.

Nefsi terbiye ise bu aydan amaç, her bakımdan terbiye edilirdi nefs denen canavar. Sakız çiğneyince orucun bozulacağını ta o yaşta bize öğretmişlerdi evde. Bunun için para ödememiştik kimseye. Şimdi bunun için program yapıp halkın cebine el atanlara Ramazan ne kadar gelmiştir bilemiyorum.

Camiye gider eski yazı öğrenir, Kur-an’ı okumaya çalışırdık. Hocalarımız bize sarkıntılık, tecavüz etmezlerdi, sadece okumayı öğretirlerdi.

Oruç tutmayan dayak yemezdi, zaten kimse de ulu orta yiyip içmezdi. Şöyle keyifli diyaloglar geçerdi büyüklerin arasında mesela;

-Kahve yapayım sana
-Yok yok sen niyetlisin içemem
-Yahu iç, sevabım katlanır.

Biz bu inceliği nerede kaybettik?
Ramazan hoş gelmiyor artık eskisi gibi.

Davulcuların ritim duygusu bile kayboldu. Kafamıza çakar gibi tokmakla davulu dövüştürüp geçiyorlar sokaklardan. Milletin gözüne sokularak kurulan güya iftar çadırlarında, lokma stantlarında, insanların yiyecek almak için birbirlerini ezmelerine sebep olan zihniyetin ayıbını taşıyamıyor yorgun gönlüm.

Oruç ağızla millete yalan söylemekte ısrar eden dillerin nasıl lâl olmadığına da şaşıyor aklım.

Komşumuzun kim olduğunu bile bilmiyoruz ki, aç mı tok mu bilelim? Bireysel özgürlük ile komşuluk arasında denge kuramıyoruz artık. Kimsenin selam vermeye vakti yok, komşuya gitmeye vakti yok ama gece yarılarına kadar dışarıda “bireysel” eğlenmeye vakti var. Kafam karışıyor.

Her Ramazan’da mukabele yapar hanımlar genellikle. Yani benim bildiğim en az 45 hatim etmiş olmaları gerekir. Sor kitapta ne yazıyor diye, biri cevap veremez. Arapçasını okumak sevapmış çünkü nereden uydurdularsa. Bir yıl Türkçe, bir yıl Arapça okunsa bile 22,5 kere kendi dilinde okuyup anlamış olurlar.

Neyse ki annem dün bana bir Türkçe Kur’an Meali gösterdi “bu yıl buradan hatim yapacağım, olur di mi?” dedi.
Olmaz mı anacığım olmaz mı, ellerinden öperim.

BEN 66’LIYIM
Biz 60’lı yılları kuyruğundan yakaladık
Siyah beyaz olan yalnızca filmlerimiz,
Halbuki rengârenkti hayâllerimiz
Biz bir tek siyaseti ıskaladık…

Sağ sarımsak oldu, sol soğandı
Siyaset diye bildiğimiz bu kadardı
Ecevit Kıbrıs’a çıkarken
Yüreğimiz aydınlandı, pencerelerimiz karardı…

Sokaktaki saklambacın hazzını
Çekirdek – gazoz yoldaşlığını
Komşu teyzenin, anne yakınlığını
Biz gördük, samimiyetle büyüdük…

Bitâp düştüğünde eflâtununda akşamın
Mahalledeki çeşmeye yapıştırıp ağzını
Kana kana içtiğin suyla söndürmeyi
İçindeki yangını
Biz tattık…

Mecnûn’a rakipti platonik aşklarımız
Leyla bile tutamadı Mecnûn’un adını böyle sır
Adının geçtiği yerde al al olurdu yanaklarımız
Böyle tenden ırak sevişmeler görmedi yirminci asır
Halbuki yasaktandı, mecburendi yaptığımız,
Kıymetini, aşk ayağa düşünce anladık…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Vala Tiryaki   -  Bağlantı 30 Mayıs 2017, 10:40

Duygularımıza tercüman olmuşsun. Harikasın. Teşekkürler.

Huseyin tomasoglu   -  Bağlantı 30 Mayıs 2017, 03:48

Eline diline kalemine saglık

Göksel Altınışık   -  Bağlantı 29 Mayıs 2017, 14:17

Kıymetini yitirince anladıklarımızın kıymetini bilenler çok olsun.. Sen de onların en başındasın…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı