REKLAMI GEÇ

SOSYAL DEMOKRASİNİN ÇIKMAZI (2)

3 Temmuz 2011 Pazar

Bir önceki yazıda ele aldığımız sosyal demokrasinin Avrupa’daki gelişim ve değişim sürecinden sonra Türkiye’ye bakalım:

1923 – 1946 arasındaki tek parti döneminde Türkiye’de uygulanan ekonomik ve siyasal politikaları ve genel anlamda kamu felsefesi solidarist korporatizm olarak tanımlanabilir. Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan CHP bu felsefeye hala romantik anlamda bağlıdır. Hem liberalizmin bireyciliğine hem sosyalizmdeki kolektivizme düşman olmayan, sınıf çatışmasını reddeden ve emek sermaye ilişkisini doğal karşılayan, kamu çıkarlarını ve ulusal çıkarları devletin kontrolü altında korumayı amaçlayıp çatışmasız toplumda tüm sınıflara eşit mesafede olan ve serbest teşebbüse de karşı olmayan bu sistem aslında sağda yer alan bir dünya görüşüydü. Bu sistem liberalizm ve sosyalizm arasında üçüncü bir yol gibi algılanabilecek ılımlı, devletçi ve dayanışmacı bir yol olarak tanımlanıyor.

CHP, çok partili sürece girilene kadar 1938 – 1946 yılları arasında, Nazi Almanyası’nın ideolojik etkisi alanında kalan bazı önemli isimleri yüzünden (Recep Peker, Şükrü Saracoğlu gibi) Atatürk döneminden çok daha katı Türkçü bir siyaset izledi. Atatürk’ün hayatta iken frenlediği bu riskli milliyetçilik 1938’den sonra kendine rahat bir siyaset alanı buldu. Bu dönemin milliyetçiliği, varlık vergisi gibi sert uygulamalar yüzünden İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde Ziya Gökalp’in düşünce sistematiğindeki kültürel milliyetçilikten ziyade ırkçı milliyetçiliğe daha yakın görünmüştür.

1950’den sonra gelen DP iktidarı döneminde CHP otoriter parti görüntüsünde olmanın cefasını aldığı oylarla çekmiştir. Çok partili düzene geçilirken sosyolojik ve ideolojik anlamda hazırlıksız ve stratejisiz olan CHP, ciddi seçim yenilgilerine ve bir de DP iktidarının anti-demokrat tutumlarına maruz kalmıştır.

Ülkenin ilk demokrasi sınavını verdiği bu acemilik dönemini asker 27 Mayıs ile noktalamış, Menderes, Zorlu ve Polatkan asılmış ve demokrasinin, sosyal devletin, güçlü liberal ekonomilerin kök saldığı dünyada Türkiye ciddi bir yara alıp gerilere düşmüştür.

Sonrasında CHP’nin meşhur ortanın solu politikası, ilk İsmet İnönü tarafından dile getirilen ancak teorik olarak Bülent Ecevit tarafından hazırlanan, kitaplaştırılan ve parti programında yer alan politika oldu. Bu yolla sosyal demokrat çizgiye 1960’ların ortasında geçebilen CHP’nin tarihi misyonu başlıyordu. Avrupa’da komünizmin ve sosyalizmin yayılması için en büyük engel olarak görülen sosyal demokrat görüş, Türkiye’de Demokrat Partililerin “Ortanın Solu Moskova Yolu” sloganıyla ironik olarak eleştiriliyordu. Elbette Türk Milleti’ne ortanın solunu ve sosyal demokrasiyi komünizme giden yol olarak inandırmak kolay oldu.

Gelinen noktada 1970’li yıllarda Ecevit yönetimindeki CHP %40’lı oylar alarak siyasette başat aktör oluyordu. Ancak 12 Eylül darbesi ciddi bir dönüm noktası olarak sosyal demokrasinin ilerleyişini çok derinden yaraladı. Türkiye’de, Paris’teki 68 olayları ve Vietnam Savaşı dönemine denk gelen 1960’lı yılların ortalarında alevlenen sol hareketler, işçi ve öğrenci sınıfının sosyal ve kamusal reform talepleri kısaca sosyal demokrasinin siyasal hayatımıza yerleşmesi 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül Darbesi sayesinde söz konusu olmaktan çıktı. Maalesef Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın başardığını biz başaramadık.

Bugün gelinen noktada Türkiye sosyal devlet mekanizmasını adam akıllı tesis edemeden küreselleşen liberal dünyada kendine yer edinmeye çalışıyor. Etnik ve mezhepsel çatışmaların izleri hala hafızalarımızda çok taze iken, toplumsal barışı tesis etmeden, cemaat, aşiret ve çeşitli çıkar gruplarının mücadele alanına dönmüş olan devlet mekanizmasının küreselleşen dünyaya adaptasyonu nasıl gerçekleşecek? Yoksa bu sorunları, bireyselciğin ve serbest pazarların ulus devlet sınırlarını çoktan aştığı içinde bulunduğumuz küreselleşme çağı mı çözecek?

SONUÇ:

Darbeler ve demokrasi bilinci olgunlaşmamış siyasi iradeler yüzünden kurumsallaşamayan demokrasimiz bugünlere hasbelkader geldi. Şimdi sosyal devleti inşa etmenin çabası içinde çırpınan ve vaatlerini bu yönde 1970’lerdeki gibi oluşturan CHP maalesef küreselleşen dünyada insanların beklentilerinin çok değiştiğini görmeli. Maalesef seçim döneminde popülist vaatlerin halkta ilgi uyandırmadığını gördük. Çünkü artık dünyada sosyal devlet çağı tükenmek üzere. Bireyselcilik ve serbest teşebbüs Türkiye’de de zihinlerde kabul görmeye başladı. Yakın bir gelecekte -eğer kapitalizm büyük bir global kriz görmezse- devlet hastaneleri, TCDD gibi diğer kalan devlet kurum ve kuruluşları özelleştirilecektir. Artık trafik cezalarını bile özel şirketler tahsil edecektir. Kısa süre içinde Denizli’den bile yurtdışına direk uçuşlar olacaktır. Tüketim toplumunda hakim olan arz piyasası yüzünden insanların tatmin eşiği hep yüksek olacaktır. Neoliberal ekonomik politikaların treninde olan Türkiye’de sosyal devleti inşa etmek için devlet kaynaklarını tüketme yoluna gidip vaatlerin bu yönde sunulmasına halk maalesef burun kıvırdı. Çünkü 1970’lerde inandırıcılığı olan vaatlere halk artık maalesef gerçekçi bile olsa geçit vermiyor. Tüketim toplumlarında insanların gözünü boyamak ne kadar kolaysa sosyal devleti anlatmakta o kadar zorlaştı. Çünkü rekabetçi serbest pazarlar sosyal devletin imkanlarını bireylere bir bir sunuyor artık. O yüzden CHP ve sosyal demokrat politikacılar artık bu gerçeği görmeli ve buna göre yepyeni bir vizyon ve parti programı oluşturmalı ve bunu bir manifesto olarak halka açıklamalıdır. Zaten son yirmi yıldır sınıf partisi dahi olamayan CHP artık tekrar kitle partisi olmalıdır. Artık partinin elli yıl önceki ortanın solu söylemini revize edip siyasetini merkeze doğru taşıması gerektiğini ve liberal dünya görüşüyle ciddi bir sentez yapması gerektiğini herkes görmelidir.

1930’lu yıllarda nüfusun %25’i şehirlerde ve %75’i kırsalda yaşıyordu. Ulu Önder’in “Köylü Milletin Efendisidir” sözü elbette o zaman için ve maddi kalkınma için çok önemliydi. Ancak bugün bu oranlar tam tersidir. Bugün hizmet sektörünün ekonomi içindeki payı tarım sektörünün payına fark atmıştır. İşte o yüzden Atatürkçülük 1930’lu yıllarda uygulanan politikaları örnek almak ve ilelebet sürdürmek değildir, Atatürkçülük akılcılıktır. Bu akılcılık bugün dünya konjonktürünü nasıl okurdu ve nasıl siyaset üretirdi diye düşünmek gereklidir. Yoksa Atatürk’ün askeri ve siyasi dahiliğini yanlış anlamış olacağız.

Herkese başarı ve sağlık dolu günler…

SADIK EMRE ÇAPUTÇU

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı