REKLAMI GEÇ

Türkiye’nin 21. Yüzyıl’da Batı ile İmtihanı

2 Haziran 2014 Pazartesi

Türkiye’nin ve Osmanlı’nın batı ile ilişkileri tarih boyunca hep akılcılık temelinde yol almıştır. Irkçı, din temelli nefret ve husumet içeren politikalardan hep uzak durulmuştur. Kanuni de, Abdülmecid de, Abdülhamit de hatta Vahdettin bile batı ile politikalarda hep tartılı ve ölçülü gitmiştir. Maceraya atılmak hiçbir zaman Türk’ün gündeminde olmamıştır.

Atatürk, kurtuluş mücadelesinde bile batı ile diplomasiyi sıfırlamadan askeri başarıya ulaşmış ve sonra da zaten batı ve ortadoğu diplomasisini müthiş yönetmiştir.
İnönü de 2. Dünya Savaşı süresince ve sonrasında, Menderes de darbeye kadar hep ölçülü ve dengeli gitmeye çalışmıştır. Şövenist ve içi boş dış politikalar bu liderlerin de gündeminde olmamıştır. Ve sonra gelen tüm hükümetler de bu böyle olagelmiştir…

Yani Osman Gazi’nin Bizans tekfurlarıyla münasebetlerinden başlayın, günümüze kadar çağdaş batı ile topyekün bir husumetimiz hiç olmamıştır. Haçlı seferlerinde bile Avrupa’dan müttefik bulmuştur Osmanlı kendi yanına. Kanuni zamanında Avrupa aydınlanmasının ve protestanlığın öncüsü Martin Luther’in Osmanlı’ya ajanlık yaptığını yazar bazı ciddi tarihçiler, o derece… (İsmail Hami Danişmend)
Bütün bu tarih boyunca sadece AKP döneminde Türkiye, hiç tecrübe etmediği, dayanaksız, akılcılıktan uzak ve Enver Paşa hayalciliğini bile aratacak bir batı düşmanlığı dönemi yaşamaktadır. Bu dönemin de tüm sosyal belirtileri ve semptomları artık toplum dokusunun üstünde kendini kırmızı alerji noktaları gibi göstermeye başlamıştır.

AKP ve RTE artık toplumdaki kutuplaşmayı zinde tutabilmek uğruna tüm batılı ülkeler ve birliklerle, her türlü diyalog ve diplomasi temelinde bağıra bağıra kopmalar yaşamakta ve bu duruşunda da en ufak bir değişikliğe gitme eğilimi göstermemektedir.

Diplomasiyi ve sabrı iyi bilen batılılar ise şu an olan bitenleri mümkün olduğunca sakin izlemektedir çünkü batılıların siyaset bilimine ve diplomasiye yaklaşımında her zaman bir İngiliz soğukkanlılığı hakim olagelmiştir. Bizdeki gibi bağır, çağır, söv üslubu ciddiye alınmamıştır.

Osmanlı ecdadının 550 yıl önce başladığı ve ikiyüzyıl süren şanlı yükseliş döneminin bugün RTE tarafından bir propaganda aracı olarak hayaller, vaatler, aşırıya kaçan anmalar ve şövenist hitaplarla toplumun bir kesiminin zihinlerine hoş bir uyuşturucu gibi sunulması, bugünkü çarpık, kavgalı ve kutuplaşmış toplumun altında yatan yegane sebeptir. Tarih bilgisi ve bilinci, okuma ve öğrenme alışkanlığı olmayan insanımızın en büyük zaafı ve ezikliği de, islamcılar tarafından bilinçaltımıza yıllarca pompalanmış olan batı düşmanlığı argümanıdır. Hem Atatürk’ün kurtuluş mücadelesine atıfta bulunup onu istismar eden, fakat özellikle de içi boş, hamasi söylemlerle kitlelere Osmanlıcılık gazı vererek siyaset yapan AKP, batı düşmanlığını toplumda ikinci bir kurtuluş mücadelesi kisvesine büründürmeye çalışmaktadır. Bu uğurda da toplumun yarısından çoğunu vatan haini ve işbirlikçi ilan etmesi Türkiye’nin şu anki en büyük krizidir. Toplumda bu siyasete destek veren kitlenin de demokrasiden ve hoşgörüden son sürat uzaklaştığını ve çatışma kültürüne açık açık destek çıktığını maalesef izliyoruz. Fakat bilinmeli ki toplumlar, belli dönemlerde kendi içlerinde barındırdıkları kitlesel siyasi fanatizm eğilimlerini hızlıca gözden geçirip doğruya yönelmiştir.

Bugün de AKP ve RTE liderliğinin kendi fanatik kitlesi üzerinde oluşturduğu “büyüyoruz, güçleniyoruz, daha iyiye gidiyoruz fakat bütün batı ve onun işbirlikçisi olan muhalefet bizim önümüzdeki en büyük engeldir” tezi son 10 yılda kendine yeterince taraftar bulmuştur. “Batı ve işbirlikçilerinin hedefi İslam’dır ve İslam Dünyası’nın en popüler ve istenen halife adayı olan RTE’dir” iddiasına AKP’nin önde gelen yöneticileri bile tebessümle bakarken, bu iddiaya sıkı sıkıya bağlanan RTE ve neferlerinin hem Osmanlı Hanedanlığı’ndan hem de Osmanlı’nın temsil ettiği halifelik makamının tarihi öneminden entellektüel anlamda ne kadar uzak oldukları da ayrı bir trajikomiklik. Buna ilave olarak muhalif kesimin de ve basının da antidemokratik ve açık müdahale yöntemleriyle susturulmaya çalışılması ve 1930’lardaki toplum mühendisliğinin 2010’lu yıllarda RTE gibi bir figür tarafından uygulanmak istenmesi durumu, sözkonusu fanatik kitle ile muhalif kitle arasındaki çatışmanın önünü sonuna kadar açıyor.

Türk Toplumu henüz demokrasi ve fikir özgürlüğü gibi çağdaş toplumsal kriterleri sağlayacak doygunluğa ulaşamadı. Toplumda hala, 1930’ların Nazi Almanyası’nda olduğu gibi ırkçılığa, baskıya, otoriteye, dinci eğilimlere, tahammülsüzlüğe ve bilumum her türlü antidemokratik eğilime talep var. Bu talebi de bugün dini referanslarla ve tamamen yalan yanlış ve zaman zaman da komik bir Osmanlıcılık masalıyla topluma pompalayıp karşılayan ve böylece de dinamizmini korumak isteyen RTE ve ekibi görevde. Tıpkı eskiden de farklı masallarla, farklı tehditlerde halkı uyuşturan darbeci zihniyetlerde olduğu gibi.

Demokratik anlamda olgunlaşmamış toplum ve kitleler, iktidarlar tarafından verilen bu tür zehirleri bünyeye maalesef çok kolay kabul ediyorlar. 11 sene boyunca gayriresmi olarak iktidar ile koalisyon ortaklığı yapan Cemaat yapılanmasının aslında Amerika’nın kuklası olduğu hikayesi, kanıtların bağıra bağıra buradayım dediği dev yolsuzlukların ise tamamen hükümeti devirme amaçlı darbe komploları olduğu yalanları ve dezenformasyonları ve tüm bu komploların ardındaki gizli elin de paralel devlet denen Cemaat olarak lanse edilmesi gibi tarihe trajikomik olarak geçecek bu dönemde bile AKP’ye sadık olan fanatik kitle inanmak istediğine inanma seçeneğini sonuna kadar inatla savunmuştur.

Toplumların fikir üreten ve insan odaklı olmasını sağlayan en önemli vasfı olgunluktur. Olgun toplum tıpkı ağırbaşlı, adil ve vicdanlı bir mahkeme yargıcı gibi inat, hırs, kin, intikam, kıskançlık, eziklik, güvensizlik gibi duygulardan arınmış olmalıdır.

Türk Milleti’nin olgunluk dönemi Osmanlı’nın son döneminde, özellikle de II. Mahmut zamanında içeri giren temiz hava sayesinde başladı. Batının rönesans ile kurumsallaştırmaya koyulduğu tüm birikim ve kaynaklarına, Türkiye 1923’te kapısını tam olarak açtı. Ancak batıcı ve Türkçü siyaset geleneğiyle uzlaşmaktansa kavgayı ve antidemokrat İslamcılığı, hele hele AKP döneminde daha da bağırarak savunan İslamcı siyaset ve temsilcileri, toplumumuzun demokratlaşmasının önündeki en büyük engellerden biri oldu. Elbette sorumluluğu tek tarafa yükleyip de katı cumhuriyetçi ve laikçi siyasetin de Atatürk’ü ve toplumsal uzlaşıyı nasıl zedelediğini de unutmamalıyız.

Ve Türkiye artık tarihinden beri süregelen üçlü siyasi çatışmayı bitirip uzlaşı toplumuyla önüne bakmalı. Bunun olması için de Türkiye’nin kendi iç kavgalarıyla enerji tükettiği RTE döneminin son bulması ve bu son kavgadan alınan derslerle toplumdaki batıcı, İslamcı ve Türkçü kitlelerin büyük mutabakata yürümesi şarttır.

Toplumlar, dünyaya karşı dik durup eğilip bükülmemesi gereken yapılar değildir. Toplumlar, insanlığa karşı vicdanlı ve adil olma sorumluluğu taşıyan insan odaklı yapılardır.

Toplum insandır…

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı