REKLAMI GEÇ

MUTLULUK ÜZERİNE

20 Nisan 2016 Çarşamba

Mutluluğu, fizyolojik belirtileri saptanabilir bir pozitif heyecan olarak tanımlıyorum. Mutlu kişinin mutlu olduğuna ilişkin kendi beyanını esas alıyorum, yani bir öznel duyum olarak. Bence mutluluk, yaşam düzeyi ve niteliğiyle ilişkili olmak zorunda değil. Mutluluğu bir ‘sahip olma’ değil, ‘olma’ durumu olarak görüyorum. Mutluluk da, mutsuzluk da, ‘burada ve şimdi’ özellikli bir duygulanımdır kanımca. Yani an’ı yaşamaya dönüktür.

Normal bir yaşam süresinde mutlu ve mutsuz olma durumları, süre ve yoğunluğun bileşkelerinde eşitleniyor. Yani süre ve yoğunluk, bir denklemin iki ucudur. Bir birim sürede üç birim yoğunlukta bir mutluluğun, üç birim sürede bir birim yoğunlukta bir mutlulukla eşitliği söz konusudur. Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki dengede de aynı denklem rol oynar. Örneğin; bir birim sürede üç birim yoğunlukta bir mutlulukla, 0,5 birim süre altı birim yoğunlukta bir mutsuzluk, eşittir. Süre ve yoğunluk denklemine göre elbette. Yeterli ömür süresinde mutluluk ve mutsuzluk eşitleniyor, kanımca.

Yaşam sürecinde, çeşitli mutluluk ve mutsuzluk frekansları yaşarız. Bu dalgalanmalar sık sık ve ufak ufak olabileceği gibi, seyrek aralıklı ve büyük sonuçlu da olabilir. Mutluluk mutsuzlukla, mutsuzluk da mutlulukla dengelenecektir. Bu dengelenme çan eğrisi modelini izler. Bazen yaşam süreci, belli ve uzun bölümlerinde belirgin mutluluk-mutsuzluk yapıları taşır. Gençken daha coşkuluysak bu iki duyguyu çok yoğun ve ani duygu sıçramalarının toplamı olarak yaşayabiliriz. Yaşlılıkta ise, huzur gereksinimi ön plana çıkabilir ve duyarlılığımız azaldığı için de, yoğun duygulara veda edebiliriz. Bir insanın yaşamı uzun süre yüksek duyarlılıkta geçebileceği gibi, bir başkasının yaşamı çoğunlukla duyarsızca geçebilir. İskandinav toplumlarında çocukluktan başlayarak dinginlik aşılanıyor ve büyük coşkulara meydan verilmiyor. Gestalt pedagojisi egemen. Toplumla bütünleşme kolay kılınıyor. Amerikan toplumunda da mücadele ve rekabet destekleniyor ve taşkın bir topluma yol açılabiliyor. Bu modelde bireyleşme travması daha yoğun ama yaratıcılık da o ölçüde fazla ortaya çıkıyor. Bireyleşme ve özgürleşme travmasının yol açtığı sapmalar ve kayboluşlar da.
‘Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur’ diyen bir Amerikan özdeyişi var. İnsan her mutluluğu için, o mutluluğun düzeyine eşit bir bedel ödüyor ve bu da sonunda kendi mutsuzluğunu doğuruyor. Zaten her mutsuzluk da bir mutluluğun bedelidir, ya peşin ödenir ya da taksitle.

Her temel gereksinimi sağlanmış ve istediklerini elde etmekte olan bir insanın bile beklentileri artar ve yitirecek çok şeyi olduğundan korku ve endişeleri de ona paralel olarak artar. İnsanoğlu elde ettiği şeylerin değerini bir süre sonra unutur ve elde edemedikleri ona dert olur.

Mutluluk ve mutsuzluğun dengelenmesini gerektiren bir etmen de şudur: İkisi de uzun süre ve aşırı yoğunlukta katlanılmazdır. Fazla mutluluk ve mutsuzluk insanı durağanlaştırır ve yaşamı sürdürme güdüsüyle çelişir. Her iki durumda da bir süre sonra değişim olur. Mutluluk yetinemezliğe, mutsuzluk da tevekkül ve yetinmeye dönüşebilir. İkinci duruma en çarpıcı örnek Camus’nun, ‘Sisifos’un Miti’ adlı kitabında ele aldığı antik Yunan efsanesine getirdiği yorumdur. Ağır bir kayayı bir tepenin zirvesine iterek çıkarmaya mahkum edilen Sisifus, tepeye her vardığında kayanın tekrar yere indiğini görecek ve sonsuz bir cezaya çarptırılmış olduğunu anlayacaktır. Bu durumun yarattığı tekdüzelik, zamanla herkesteki temel varoluşsal ikilemi Sisifos için yok edecek ve Sisifos yaşadığı korkunç rutinde mutluluğu yakalayacaktır. O ikilem; kendi kaderini ve gerçekliğini belirleme sorumluluğuyla baş başa kalan bireyin, seçmesi gereken bu en zor yolu seçmeye bir türlü yanaşamamasıdır.

Mutlu olmaya ilişkin yaşam sanatı geliştirmek bireylere kalmıştır. Ortak bir reçeteden söz etmeyi yeğlemem. Hüznü içselleştirip kucaklamadan mutluluğa yelken açmak bence zor iş. İnsanlığın temel var oluş koşuludur hüzün. Bunu güzellemek de olası kanımca. Öyle bir yaşam süreyim ki, yaşlılığımda; insanlık durumlarına hem empati hem de hoşgörüyle yaklaşabileyim.
Daha mutlu olmaktan çok, daha insan olmayı yeğliyorum. Uzun vadede mutluluğun garantisi yok ama insanlığımı yüceltebilirim. Sürekli bir tükeniş ve kendini yitirme halinde değil, sürekli bir kendini tanıma ve yenilenme halinde olabilirim. Duyarlılık artışı, olgunlaşma ve her türden duygulanıma açık olma. Niye yalnızca mutlu olmayı isteyelim? Mutluluktaki mutsuzluğa da, mutsuzluktaki mutluluğa da açık olmak isterim. Mutluluğuma suçluluk duygusu eşlik etmemeli. Mutsuzken kendime duyduğum şevkat de önemli.

İyimserlik ve kötümserlik, insanoğlu’nun en temel seçim ikilemi! İyimserliği, aşkı, yaralanmaktan korkmamayı, elden geldiğince kaderimi yönetmeyi seçerim. Nesnel mutluluktan çok da, nitel ve ruhsal mutluluğu. Sahip olmaktan çok, olmayı yeğlerim. Sahip olmadaki mutluluk kısa sürer çoğu kez. Oysa olmayı seçmedeki mutluluk bir ömür boyu. Nitel ve manevi değerlerin metalaştırılabildiği bir çağda yaşıyoruz üstelik.

Bir de, bilinç düzlemindeki duygusal algı ile bilinç-altı düzlemdeki duygusal algı taban tabana zıt olabilir. İstek ve arzularımız da öyle. Özetle, bir insanın yaşamında maddi ve manevi mutluluklar birbiriyle yarışabilir. Biri ötekinin yerini alabilir. Olmak yerine sahip olmak, ya da tersi ön plana geçebilir. Sonuçta, belki daha az ya da daha çok mutlu olamıyoruz uzun süreçte ama çok ya da az çeşit mutluluk-mutsuzluklar, çok ya da az frekans değişimli mutluluk-mutsuzluklar, az ya da çok duyarlıklı mutluluk-mutsuzluklar yaşayabiliriz.

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı