REKLAMI GEÇ

OTOMATİĞE BAĞLANMAYAN VİCDANLAR

21 Ekim 2016 Cuma

Yaşadığımız günlerin derdi çok fazla. Bir yanda savaş tehlikesinin yarattığı endişeli bekleyiş, diğer yanda bitaraflığa duyulan güvensizlik kıskacı! Öte yanda ise itaati öngören yukarıdakilerin iktidar ve yönetme anlayışının geniş bir alana yayılan baskı araçları silsilesiyle endişeli çoğunluğu Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi ‘böcekleştirme’ projesi.

***
Bu günlerde eski bir derleme kitabı yeniden okuyorum. Çevirmen Yakup Coşar’ın Almanca’dan Türkçe’ye 20 yıl önce kazandırdığı yapıt, gerek konusu ve gerekse yazarlarının evrensel değerlendirmeleriyle kolayca eskimeyecek bir eser. “Kamu Vicdanına Çağrı” üst başlığını taşıyan kitabın Thoreau’nun 19.yüzyılda literatüre kazandırdığı “Sivil İtaatsizlik” kavramını başlığa dönüştürmüş olması ve Hannah Arendt, Habermas gibi kült yazarların yazılarına yer vermesi değerini daha da arttırıyor.

Yeniden okuma serüvenim sonunda, Arendt’in 182.sayfada yer alan son makalesine farklı biçimde takıldım. 20 yıl önce ilk okuduğumda pek dikkatimi çekmeyen 13 sayfalık yazı, bu kez tam da bizim gündemimizin kodlarını deşifre eden bir tür çözümleme gibi göründü. Hitler Almanya’sında, Nazi iktidarının uygulama ve yönetimi döneminde, kendini kamu alanından ayrı tutan ve tarafsız olanların durumunu sorgulayan bir yazı bu. Bizim gündemimiz çerçevesinden bakarsak, tarafsız kalan, sunulan değerlere iltifat etmeyen, emirlere itaat etmeyen, baskıya boyun eğmeyen, tebaa cemaat ilişkisine biat etmeyenlerin durumuyla aynı! Her gün, ‘bir biçimde suçlanma gerekçesine maruz kalabileceği’ endişesine rağmen sessiz itirazını tarafsızlığıyla sürdürenlerin, diğerlerinden farkını anlatan kısacık bir bölüm.

Bu gün onun iki soruya verdiği cevaplardan birincisini yayınlayalım. Haftaya ise ikinci soruya verdiği yanıtı paylaşalım.
***
“Şimdi iki soru ortaya atmak istiyorum. Birincisi ayaklanıp, isyan edememiş olsalar da, kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yaşamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi? İkincisi, sisteme olası bütün kademelerde ve çok farklı görevler üstlenerek hizmet eden insanların, basit birer canavar olmadıkları konusunda hemfikirsek, bu insanları bu davranışa iten neydi ve şimdi, “yeni düzenin” ve onun değerler ıskalasının yıkılmasından sonra, bu davranışlarını hangi ahlaki-hukuki değil-gerekçeyle mazur göstermekteler?

Birinci sorunun yanıtı oldukça basittir. Katılmayı reddeden ve bu nedenle çoğunluk tarafından sorumsuzlukla suçlanan insanlar, kendi başlarına karar verme cesaretini gösterebilmiş olanlardı. Bunların böyle davranabilmeyi becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hâlâ eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi. Bence olay, bu insanların vicdanlarının, deyim yerindeyse otomatiğe bağlanmamış olmasıydı: Yani bunlar, doğuştan getirildiği varsayılan ya da sonradan edinildiğine inanılan, her derde deva hazır reçeteler ya da kurallar bütününe göre davranmamışlardı. Bence işbirliği yapmayanların başka bir kriteri vardı: Bunlar, söz konusu yok etme sürecine katıldıklarında, hangi ölçüde kendileriyle barış içinde yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih etmişlerdi. Dünya onların bu davranışlarıyla olumlu yönde değişeceği için değil, sadece bu şekilde kendileri olarak yaşamaya devam edebilecekleri için yapmışlardı bu tercihi, işbirliğine zorlandıkları durumlarda da ölümü tercih etmişlerdi. Daha açık ifade etmek gerekirse, “Öldürmeyiniz!” emrine gözü kapalı bir biçimde itaat ettikleri için değil, bir katille-yani kendileriyle-birlikte yaşamak istemedikleri için öldürmeyi reddetmişlerdi.

Bu tür karar verebilmenin önkoşulu, çok gelişkin bir zekâ ya da çok özel bir ahlak anlayışı değil, basitçe kendisiyle birlikte yaşama alışkanlığı; yani Sokrates ve Platon’dan beri, düşünmek diye adlandırdığımız, kendi benliğimizle sürdürdüğümüz o sessiz diyaloğu sürdürmektir. Felsefe yapmanın tüm temelini oluşturmasına rağmen bu tür düşünme tarzı ne bir uzmanlık işi ne de teorik bir sorunla ilgilenmektir. Kendi başlarına karar verenler ile vermeyenleri ayıran çizgi, tüm sosyal, kültürel ve eğitimsel farklılıkları çaprazlama keser. Bu açıdan, Hitler döneminde, saygın toplumun toptan ahlaki çöküntüsü, bize, bu koşullar altında güvenilecek insanların, savundukları değerleri yere göğe koymayanlar ya da ahlaki normlara ve ölçülere sıkı sıkı sarılanlar olmadığını öğretmektedir; şimdi tüm bunların akşamdan sabaha değiştiğini ve elde, herhangi bir şeye sarılma alışkanlığından başka bir şeyin kalmadığını biliyoruz. Çok daha güvenilir olanlar ise genellikle kuşkucular ve şüphecilerdir. Kuşkuculuğun iyi bir şey ya da şüpheciliğin sağlıklı olmasından değil elbette. Sadece bu insanların her şeyi sorgulama ve kendi düşüncelerini oluşturma alışkanlıkları olduğu için. En iyi tavır alanlar ise, hayatta kaldığımız sürece, ne olursa olsun, kendi benliğimizle birlikte yaşamaya mahkûm olduğumuzun bilincinde olanlardır.”
(Kamu Vicdanına Çağrı-Sivil İtaatsizlik, Derleme, Ayrıntı Yay. İst.)

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı