REKLAMI GEÇ

TAMAM MI? DEVAM MI? BAKALIM MI?

19 Haziran 2018 Salı

Başkanlık seçimlerinin en güçlü ilk üç adayına ilişkin değerlendirmemizi dün yayınlamıştık. Yaptığımız değerlendirmeye eklenecek daha pek çok argüman ileri sürülebilir. Yaptıkları, yapacakları ve ihtimal dahilinde yapabilecekleri üzerine çeşitlemelerle sayfalar doldurulabilir. Ne var ki bu ilk yazdıklarımıza sadece ek olabilir. O nedenle seçimin diğer boyutuna, meclise gidecek vekilleri belirleyecek olan ve siyasi partilerin rol oynadığı milletvekilliği seçimlerine odaklanmak, daha zenginleştirici olabilir.

UÇURUMUN KENARINDA!
2007 yılından itibaren Türkiye’nin yaşadığı her seçim bir tür yol ayrımı oldu. 2002 seçimlerinden sonra iktidara tutunan AKP, daha ilk yıllarda tercihini, niyetini ve gelecek ufkunu resmeden tasarımını ortaya koymuştu. Merkez partilerin giderek sönümlenmesi ve CHP’nin adeta tek başına kalmış olması, AKP’nin giderek daha da güçlenmesiyle sonuçlandı. Kemal Derviş’in dizayn ettiği yeni ekonomi politikalarına harfiyen uyması, gücüne güç kattı. Bu durumu besleyen Ortadoğu jeopolitiği sonraki on beş yılın temelini kolayca oluşturmasını sağladı.

AKP’nin ilk yıllarında %7’lerde seyreden ekonomik büyüme oranı, yabancı sermaye akışını sürekli kıldı. Bol para girişi, kısmi refah aldanmasıyla sonuçlanınca AKP iktidar sürecini sağlama almış oldu. Oysa 1990’lı yıllara kadar Türkiye’nin ortalama büyüme oranı %5’lerde seyrederdi. 1960’larda planlı ekonomik dönemin sağlama aldığı bu istikrar, her ne kadar devlet odaklı bir büyümeyi öngörmüş olsa da, toplumsal refaha katkısı hiçbir zaman istenen düzeye ulaşmamıştı. 2002 sonrası yüzde 40’lara varan büyüme oranı artışı bir tür göz boyamayla sonuçlandı. Popüler deyişle ‘üretim ekonomisi’ne yönelmedi, daha popülist, istihdamı süreksiz hale getiren yatırımlarla dönemsel politikalar üretti.

Onun başarısının anahtarı buradaydı. Ne var ki, sürekliliği garanti altına alınmamış ekonomi politikalarının sonu, Türkiye gibi ‘az gelişmiş’ (buna şimdilerde “gelişmekte olan” diyorlar ki, doğruluğundan kuşkulu olduğum bir tanımlama) ülkelerde hüsranla sonuçlanmaya mahkumdur. Nitekim şimdi yaşadıklarımızı tam da bu biçimde tarif etmenin hiç sakıncası yok.

AKP’yi bu seçimlerde derin bir uçurumun kenarına taşıyan işte bu 15 yıllık süreçtir. Burada durup şunu soralım: eğer Erdoğan bir model sembolü olarak ortaya çıkmamış olsaydı, Türkiye’nin kaderi daha farklı mı olurdu? Ben sanmıyorum. Bu yola girişin tek müsebbibi o değil çünkü. Daha başka etkenler; cumhuriyet modelinin açmazları, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla kesin biçimde neoliberal politikalar mecrasına yöneliş, 1990’larda koalisyon hükümetlerinin basiretsizliği, aynı yıllarda topluma karşı sürdürülen devleti güvenceye alma savaşı, ekonominin çivisinin çıkıp iflasa sürüklenmesi vb… Bu gün yaşamakta olduğumuz her şey o zaman yaşadıklarımızın ikizi gibi sanki. O zamanda neredeyse 15 yıl devam eden bir bunalıma sürüklenme dilimiydi. O zaman da Özal’ın gereksiz otoyol ve inşaat hevesine kurban gitmişti ekonomi. Nitekim işin içinden çıkılamamış, Özal, kaçışı Cumhurbaşkanı seçilmekte bulmuştu. Sonra da gemiyi terk etmiş, Anavatan Partisi, asar-ı atika müzesine en hızlı yolculuk yapan görkemli siyasi parti olarak tarihe geçmişti.

Erdoğan Özal’dan çıkardığı dersle olsa gerek AKP gemisini terk etmeye niyetli değil. Biliyor ki, gemi su almaya başlasa da, eğer terk ederse, kendisi gemiden daha hızlı batacak.

Bu durumu ilk yıllarda, ödünç alınmış genel demokratik jargonun da yardımıyla idare edebiliyordu. Hatta politika alanını hegemonyası altına almak için pragmatizmini sınırsız tutuyordu. Kürt sorununu çözme iddiasıyla 2011 sonrası başlattığı barış görüşmeleri, 2013 yılındaki “akil insan heyetleri”, 2015 yılındaki U dönüşü sonucu MHP ile 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası hızlı yakınlaşması, kendisine 10 küsur yıl iktidar ortaklığı yapan FETÖ/PDY ile kesin kopuşu göze alması aynı pragmatizmin pratik örnekleriydi.

Şimdi AKP nerede?
Tam bir maceranın ortasında. Uçurumun kenarında. Sonuç ne olacak, birkaç gün sonra göreceğiz.

DEVLET PARTİSİ DEVLETTEN VAZGEÇER Mİ?
CHP Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroların partisi. Zaman zaman söyleşilerde dile getirdiğim tezi yinelemek istiyorum: Devlet kurmuş bir parti, o devletin en küçük bir parçası kalana kadar peşinden gider. Kendini yenilemek için hantallığından feragat etmeyi düşünmez. Değişen dünyaya başka gözle bakmayı, gündemin ihtiyaçlarını gözeten program ve politikalar üretmeyi nazlanarak yapar. Çünkü onun için aslolan kurduğu devletin bekasıdır. Dünyanın her yerinde böyledir bu.

CHP düne kadar böyle bir partiydi. AKP’nin 16 yıllık iktidarı boyunca bu sorunu idrak edemeyişinin ve bu günlere gelişin müsebbiplerinden biri bu nedenle kendisidir. Her şey parça parça yok edilirken neredeyse seyirci kalmıştır. Yer yer itirazlarda bulunmuş olması, “ne yapalım, iktidarda biz yokuz ki” mazeretleri bu durumu kurtarmaya yetmiyor.

Sadece politikada değil, ekonomide, kültürel yaşamda, sanatta, sokakta ve halkın arasında da bu sorumsuz rehaveti aşamamıştı. Tipik bir örnek vermek isterdim ama kalemim varmıyor. Yine de sormak istiyorum; 2011 Ekim ayında, Van depremi olduğu günün akşamı, tüm kuruluşlar yardım konvoyları oluşturup gece yarıları yollara düşerken CHP’nin Denizli il başkanı neredeydi? Bunun gibi tipik ve hastalık derecesinde bünyesel örneklerler hala yaşanıyor. İktidara talip olduğunu, ülkeyi demokratikleştirme, bozulan adalet terazisini düzeltme, ekonomiyi refahı kollayan bir sisteme dönüştürme iddiasında olan CHP’yi, üstelik Türkiye toplumunun tüm muhalif bileşenlerinin desteğini almışken daha üretken ve umut vaat edici görmek istiyor insan.

Hakkını yemeyelim. Ben bu seçimlerde ilk kez CHP’nin farklı bir politik frekansa taşınma çabasına tanık oluyoruz. Naif genel başkanının kişiliğini dikkate değer bulurum. Onun şahsında ama parti politikalarını da kontrol edebilen bir değişimin manivelası olma gayreti görmezden gelinemez. İttifaklar konusunda gösterdiği ve Türkiye politik yaşamında hiçbir zaman tanık olmadığımız özveriler bu seçimler için CHP’yi farklı bir profilden gösteriyor. Umarız aynı profile seçimden sonra olası bir başarının korunması çabasında tanık oluruz. Yoksa 1977’den 40 yıl sonra ilk kez ulaşabildiği sol ve sosyalist oyları, bundan sonra elli yıl daha beklemek zorunda kalabilir. Kapsayıcı, farklı etnik kimliklere eşitlikçi yaklaşımı önümüzdeki dönemde sınanmasının mihenk taşı olacak. Örneğin Kürtlerin oyları alınacak bir kitle olarak sınırlanması, Erdoğan derekesine düşmek için yeterli sebep olacaktır.

“İYİ”LİK ÜSTÜNÜZE OLSUN AMA…
İyi Pati için söylenebileceklerin öyle aman aman analiz gerektirmediği kanaatindeyim. Liderleri Meral Akşener’in kadın olması, partinin en olumlu tarafı. Türkiye’de, Cumhuriyet tarihi adeta siyasal partiler enkazıdır. Bu partilerin hiç birinin kurucu genel başkanı kadın olmamıştır. Ya da ben hatırlamıyorum. Behice Boran TİP’te, Tansu Çiller DYP’de genel başkanlık, hatta başbakanlık yapmıştır ama kurucu olmamışlardır. O nedenle Akşener’in kurucu genel başkan olmasının, kadınların toplumsal yaşam içindeki varoluşu için önemli olduğunun hakkını teslim etmek gerekiyor. Diğer yandan, yeni bir parti. İçinden çıktığı milliyetçi çizgide kalacağı öngörüsünü dışında konumlanmış olması da artılarından biri.

Ne var ki bunlar politika arenasında mücadele etmek için yeterli referanslar mıdır, kuşkuluyum. Çünkü oyalı yazma politikasıyla sınırladığı kadın sorunu, aşılması gereken bir zihniyete işaret ediyor. Emek eksenli olmayan politika yapma biçimi nasıl uzun erimli başarıya engel teşkil ediyorsa, kadın sorununu da hem emek eksenli, hem de toplumsal yaşam içinde kadın özgüllüğünden kaynaklı sorunlar bütünü olarak görmeyen bir anlayışın başarı şansının olmadığını düşünüyorum.

BU konuda Meral Akşener ne ölçüde başarılı olabilir. Açık söylemek gerekirse çok fazla şansı yok. Saydam bir kadın algısı olmayan gelenekten gelmesi onun temel handikapı. Bilinç düzeyinde sorunlar var. Sadece o mu? Geleneksel muhafazakarlığı merkezde temsil etme iddiası onun bu alanda gelişmesine set çeken başka bir faktör. O nedenle ya parti kendini ikame edeceği alanları çok net olarak tarif etmek zorunda, ya da mevcut anlayışının peşinde ömür tüketmeye doğru yol almak durumunda.

Politik başarısını seçimlerde ne ölçüde gösterebilir? Başarı gösterecek gibi duruyor. İttifak içinde olması başarıya yakın olmasının başlıca nedeni. MHP’den kopuş sürecinde yaşadığı mağduriyet başka bir etken. Ama asıl olarak MHP lideri Devlet Bahçeli’nin terk ettiği alanı konjonktürel olarak doldurabilmesiyle de bağlantılı. Yine de çok umutvar olmadan beklemek gerekiyor. Çünkü politikanın bilinen merdiven basamaklarını çıkmanın bu ülkede yerleşik kıstasları var. O kıstaslara kendini hapsederse eğer, yarın öbür gün nur topu gibi ‘dişi bir Erdoğan’ımız olabilir. Yok eğer başka bir yönelimi olursa-ki bunun kantarı demokrasi, ekonomi ve halkçılık olarak özetlenebilir-o zaman başka şeyler yapabilmenin zeminini hazırlamış olur.

HDP KİMİN PARTİSİ?
Tayyip Erdoğan’ın pek sevdiği ‘mağduriyet’in olgusal düzeyde tek gerçek temsilcisi HDP’dir bu ülkede. Gerçekten baskıya, kıyıma, zulme ve esarete uğrayan tek siyasal ve anayasal partidir. İki sebepten dolayı: İlki Kürt sorununa yakınlığı. İkincisi ise her ne kadar dünya kadar bölünmüş olsa da geleneksel sol ve sosyalistlerin her durumda tercihi olduğu için.

İktidar partisinin hedefinde olması sadece seçim barajı ile açıklanabilir mi? Sanmıyorum. Onu asıl hedef yapan, müzmin muhafazakarlığın din temelli siyaset örgüsüne hiçbir zaman uymayacak yapıda olması. 1950’den itibaren, yetmiş yıllık iktidarların Türkiye’deki temel sorunu “komünizm tehlikesi” olageldi. Komünist Manifesto’nun düsturuyla ülke atmosferinde her zaman bir “heyula” (hayalet) gibi dolaşan Komünizm! Hatta bir zamanlar Cumhurbaşkanlığından alınmış olanların hangi bahar geleceğine dair iddiaya bile tutuşmuşluğu vardır.

Böyle bir korku içinde HDP’yi ‘şeytanlaştırmanın’ bir anlamı var. O 70 yıllık iktidarların her dönem işlediği kitlesel suçların gerekçesi de Komünizm olmadı mı? Çok geriye gitmeye gerek yok. Maraş, Çorum katliamları, Sivas katliamı, 1990’ların faili meçhulleri, Susurluk’ta saçılan devlet, siyaset ve katiller ortaklığı ve son yıllarda yaşadıklarımız… Hepsi ‘Komünizm’ yüzünden!

HDP politikalarını ilkin 7 Haziran 2015 seçimleri arifesinde toparlamaya başladı. 2010’daki “yetmez ama evet”, Gezi Direnişindeki soğukluğu, 2011 Barış görüşmelerindeki tavizleri onun açmazlarıydı. Hem Kürt halkı içinde, hem de Türkiye solu içinde bunun emareleri sürüyor. Daha dün yapılan bir söyleşide bu konuda sorular sorulduğunu okudum bir yerlerde. Demek ki bilinçaltı bu güvensizliği ısrarla koruyor. 6 milyon oylarda tıkanıp kalması, toplumun yoksul kesimlerinde politik heyecan uyandıramaması biraz da bunlarla ilintili. Yani sorun sadece AKP ve benzeri partilerin ötekileştirici, yok sayan, anti-propagandalarında değil.

Aşılır mı? Bu açmazdan kurtulmak doğrudan doğruya HDP’ye bağlı. Birleştirici bir Türkiye partisi olmasına bağlı. Kritik eşiklerde sendelemeyen, tutarsızlık sergilemeyen duruşuna bağlı. Eğer bunlar olursa, hendeği geçmesi mümkün. Yoksa 7 Haziran’da olduğu gibi yine barajı aşar. Bunun için seçmen gerekli sağduyuyu göstermeye niyetli. Ama aynı seçmen sonrasının garantisini algılayamıyor.

YARIN: SAADET, MHP VE DİĞERLERİ

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı