REKLAMI GEÇ

SEÇİM KİMİN NEYİNE?

18 Haziran 2018 Pazartesi

Türkiye son yıllarda hayli yoğun seçim çeşitliliği yaşamaya başladı. Eskiden sadece genel ve yerel seçimler olarak yaşamaya alışkın olduğumuz hadisenin aktörleri siyasi partiler olurdu. Şimdi öyle mi? Anayasa referandumu ve Cumhurbaşkanlığı seçimi iki ayrı kategori olarak on yılı aşkın süreden beri düzenli-düzensiz yaşadığımız seçimlerin alamet-i farikası oldu. Üstelik Anayasa referandumları tüm seçim türlerini yeniden şekillendirdi, sistemi yeni bir mevzuata dönüştürdü. Sayılı günler kalan son seçim, işte bu düzenlemenin tüm sonuçlarının tezahür edeceği ilk seçim olacak. Cumhurbaşkanlığı “Devlet Başkanlığı”na dönüşecek, Başbakanlık kurumu feshedilecek, Meclis pek çok yasama fonksiyonunu yitirecek, yasama, yürütme ve yargı olarak özetlenen kuvvetler ayrılığı, yerini Devlet Başkanlığı sisteminin uhdesinde, tercih ve kontrolüne bırakacak.

BU DÜZEN DEĞİŞİR Mİ?
Velhasıl 1946 yılından itibaren pek şaibeli başlayan çok partili rejim denemesinin sonuna doğru gelmiş bulunuyoruz. Bakmayın siz ortalıkta 40’ı aşkın siyasi parti adının dolaştığına. Hepi topu iki-üç akımın temsil edildiği bir siyasal sistemle yaşıyorduk. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra çerçevesi kalınca çizilen sistemin öncesi ve sonrası pek bir farklılık göstermiyordu. Sadece önceki Anayasa’nın gevşek bıraktığı alanlar sıkılaştırıldı, 1982 Anayasası’yla bu sıkılık güvence altına alındı.

Yeni sistem olarak sunulan ‘Başkanlık sistemi’ geçmişin izlerini silecek düzenlemeler içeriyor mu? 16 Nisan referandumunda ‘onaylanan’ değişikliklerin köklü bir dönüşüm, geri dönülmez bir değişim için yeterli olup olmadığını 24 Haziran’dan sonra göreceğiz. Ama şimdiden öngörmek gerekirse, yaşayacağımız ‘yeni Türkiye’ formatının eskiden bir kopuş değil, koyu bir süreklilik arz edeceğini söylemek mümkün. Hem de o ‘iki-üç akımı’ bile hazmetmeyecek şekilde! CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun CNN’den Şirin Payzın’ın ‘terbiyeli’ sorularına yanıt verirken “eskiyi de istemiyoruz, eskiye dönmeyeceğiz” mealinden ettiği açıklamanın boşuna olmadığını bu çerçevede yorumlayabiliriz. Onun ‘eski’ imgesinden rahatsızlık sebebinin, şimdikinin eskiye teşne yanını idrak ettiği anlamına gelir bu.

Buna karşın ‘bu düzen değişir mi?”
“Değişim” sadece bir argüman değil, hedeftir. Stratejik bir dönüşüm için öngörülen, gelişme eğrisini yukarı doğru çizen bir tasavvur olmak zorunda. Diyalektik doğası bunu gerektirir. Diğerine değişim değil, “başkalaşım” (Metamorphose) demek daha doğru olur.

YARIŞIN AKTÖRLERİ
Birkaç gün sürecek bu yazı dizisinin ilk bölümünü Başkanlık yarışına ayıralım. 16 Nisan sonrası belirlenen yeni durumun hangi tür bir yönetim öngördüğü konusunda Denizlihaber.com sütunları, seçim kararının alındığı ilk günlerde, Av. Zafer Gönenç’in bir hafta devam eden değerlendirmesine yer vermişti. Hala manşet altında okunmaya devam ediyor. O nedenle biz işin hukuksal-teknik boyutunu değil, daha sosyolojik ve tarihi önemini tespit etmeye çalışalım.

Seçimlerin TBMM üyelerini belirleyecek genel seçim boyutu geri planda kaldı. Aslolanın Başkanlık yarışı olduğu görülüyor. Zaten yeni düzenlemenin esası da bunu öngörmekte. Çünkü esas yetkiler başkanda toplanmış bulunuyor. O nedenle önce yarışın baş aktörlerini, ortaya koydukları yönetme zihniyeti ve vaatleri ile okumak gerekiyor. Sonra öngördükleri yönetim hangi saiklerden besleniyor ve hedeflerini oluşturan sosyolojik-siyasal mirasın muhtevası nasıl bir geçmiş deneyimine dokunuyor, bunları anlamak zorunlu oluyor.

ERDOĞAN’IN BAŞKALAŞIMI
AKP Genel Başkanı ve Başkan adayı Erdoğan açısından bu değişim, Cumhuriyet ve kurumlarıyla köklü bir hesaplaşma vaadi içeriyor. 16 yıllık iktidarı boyunca hiç saklamadığı hedefi bu. O nedenle karşısına hangi aday çıkarsa çıksın, temelde onları değil, Cumhuriyet rejimiyle süregelen kurumların ve bürokrasinin iktidarına kesin biçimde son verme hesabıyla meydanlarda esiyor.

“Bay Muharrem”, “aday hanımefendi”, “terörist aday” türü söylemlerin (“söylem” derken içerikli tanımlar olduğunu vurgulamak istiyorum) onları muhatap almaktan çok, cumhuriyetle özdeş olumsuzlukların vücut bulmuş özneleri olarak görüyor. Küçümseyici ‘kibrin’ altında yatan sebep bu. Çünkü bu güne kadar geçen 16 yıllı iktidarının sonunda siyasal ve yasal olarak gözle görülür bir aşama kaydetti. Üç ayrı Anayasa referandumundan başarıyla çıktı. 7 Haziran 2015 hariç üç ayrı genel seçimde tulum çıkardı. Üç ayrı yerel seçimi çoğunluk olarak kazandı. İki ayrı Cumhurbaşkanı seçiminin tek galibi oldu. Bir de sözünü ettiğimiz ‘Cumhuriyetle hesaplaşma’ olgusunu, döneminde gerçekleşen seçimlerin merkezine altyapı olarak döşerken, fazla zorlanmadı, seçmeni ikna etti. Özgüvenin kaynağı bu.

Şimdi son kez deneme yapıyor. Daha önceleri yer yer niyetini örtük hale getiriyorken, 16 Nisan sonrası tümüyle kartları açık oynuyor. İttifakların, birlikteliklerin dereyi geçene kadar geçerli olacağını cümle alem bildiği gibi, bunu çok saklama gereği duymayan yine Erdoğan’ın kendisi oluyor. Bakmayın arada bir “Cumhur İttifakı”nın selameti üzerine zoraki demeçlerine. Satır aralarına dikkat kesildiğimizde görüyoruz ki, bu ittifak 16 Nisan için belki elzemdi ve rahatlık içinde seyretti. Ama şimdiki ittifakın öyle aman aman bir geleceği olmadığı, yer yer zarar verdiğini biliyor, görüyor ve rahatsız oluyor. O nedenle hiçbir mitingini, söyleşi ya da TV programını bu ittifak üzerine şekillendirmiyor. Sadece başkanlık olgusu merkezinde retorik sergiliyor. Bundan dolayıdır ki MHP sık sık AKP adaylarının seçim çalışmalarını sabote ettiğini ulu orta ilan etmekten kaçınmıyor.

AKŞENER’İN PARLAMENTER SİSTEMİ NE?
İyi Parti liderinin meydanlarda sıkça ve arkası doldurulmamış biçimde verdiği beyanatlar eskiye veda etmek anlamında iyiye işaret değil. Öyle anlaşılıyor ki, Meral Akşener’in aklı 12 Eylül Anayasası’nın 2007, 2010 ve 2016 referandumlarında yapılan değişikliklerinin öncesinde kalmış. Sanki mesela 2002’ye dönersek her şey hallolacak gibi algılanıyor. Gerçekte bunu mu kastediyor bilinmez ancak açıklaması yapılmamış şikayetlerin yol açtığı algı ve izlenim böyle. O nedenle ‘Hesap soracağız’ popülizmi İYİ Parti lider ve Başkan adayının daha çok genç seçmenin adrenalin destekli heyecanında karşılık bulabiliyor. Yerleşik değişim arzusuna pek karşılık veremiyor. Ekonomi konusunda, eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz odaklı kısmi verimlilik, diğer alanlarda; örneğin anayasal kurumlar, örneğin vesayet rejimi, örneğin darbe hukuku, örneğin Kürt sorunu gibi sorunlarda aynı veçheleri işaret etmiyor.

Oysa bu seçimlerin ana teması demokrasi. Beraberinde bağımsız yargıya uzanan adalet ve hukukun demokratik prensiplerle yenilenmesi. Akşener’in tıkandığı nokta burası. Vaatlerinin popülist ve yüzeysel kalmasının sebebi de bu. Gerçi kadın sorunu gibi ciddi temel konulara yaklaşımındaki ciddiyet sezilmiyor değil. Sonra, yaygın ekonomik sorun olarak yoksulluğa ilişkin iyileştirici politik vaatleri de karşılık buluyor. Dahası, ittifaklar konusunda olduğu gibi, Kürt sorunu konusunda yumuşak bir çizgide durmaya özen gösteriyor.

Ama seçmen için bu yeterli mi, anlamak zor. Çünkü ‘yumuşak çizgi’ ikna edici olmayabilir. Sonrasız bir vaadin karın doyurmadığını son on yıl içinde çok kez görmüş bir seçmen kitlesi var karşısında. Ekonomik vaatlerin daha fazla açıklanmış projelere dönüşmediği sürece aynı seçmen nezdindeki değeri, ertesi gün tüketilmiş emekli aylığı kadar olabiliyor. Yani bir süreklilik, devamlılık görmek istiyor seçmen. Akşener’in vaatleri bu konuda henüz yetersiz, ham ve olgunlaştırılmamış duruyor.

Yine de onun gelecekte siyasal bir aktör olarak oynayacağı rolün hakkını verecek bir seçmen var karşısında. Herhalde yapabileceği en iyi şey de bu seçmenin, bundan sonra kendi varlığını sürekli kılacak bir yetkilendirme anlayışına kavuşmasını sağlamak olacak.

İNCE VE BAŞKANLIK YETKİLERİ
Keza Muharrem İnce de bazı işaretler hariç benzer kaygılar doğurmuyor değil. Gerçi partisinin genel başkanı eskiye ilişkin olumsuzlama içeren beyanatlarıyla başka bir gelecek vadediyor gibi. Yukarıda alıntıladığımız TV konuşmasında bunu teyit ediyor. Ne var ki, Devlet Başkanlığı sistemi o makamı işgal edene verdiği yetkilerle değerlendirilmeli. Böyle olunca yetkilerin genişliği kuşkuları bertaraf etmekten uzak kalıyor. “Ben şunu yapacağım, böyle değiştireceğim” vurgusu, yine meclisli değil, tek adamlı bir değişim mistifikasyonuna (gizemli ve anlaşılmaz bir değişim argümanı diyelim) kapı aralıyor.

CHP, dolayısıyla Muharrem İnce, devlet kurmuş 90 yıllık bir partinin adayı. Yerde sürünse seçmenin %25’inin oyunu alır. Bunu bir kazanım olarak gördüğü zaman işler karışıyor. Bu bir kazanım değildir çünkü. Türkiye solu (bu kavramın içeriği çok çeşitlidir), 1977 seçimlerinde olduğu gibi, 40 yıl sonra yeniden ve ilk kez olarak CHP’yi başka bir düzleme taşıma konusunda güç birliği ediyor. Ama hem kendini, hem başka kimlikleri ve hem de siyasal arenanın söylemlerini etkileyerek yapıyor bunu. En fazla da geleneksel CHP seçmeninin siyasal bilincini etkiliyor. Anlayabilmek için geçen yılki “Adalet Yürüyüşü” bileşenlerine ve yürüyüş boyunca üretilen demokrasi ve hukuk retoriğine bakmak yeterli.

Partisini demokrasi kulvarında görmek isteyen standart CHP seçmeni, bu nedenle diğer partilerden farklı olarak blok bir tolerans sahibi değil. Özellikle 12 Eylül sonrası geçirdiği siyasal evreler boyunca yaşadığı iniş çıkışlar, CHP’yi bu konuda uyanık bir parti yapmalıydı, ne yazık ki bu uyanıklığa yeni yeni ermeye başladı.

Muharrem İnce’nin meydan mitinglerinde kullandığı birleştirici, barışçıl ve demokrasi temalı dil bu açıdan anlamlı. Ancak her ne kadar mizahın hayli katkı verdiği söylevler matrak olduğu kadar eğlendirici de olsa, burada kalmamalı. Çok hızlı biçimde yaşanan gündemi etkin biçimde politika yapma değil ama anlatım diline yerleştirmeli. Örnek mi? Suruç’ta son yaşananlar için sessiz kalmasını hangi danışmanı ya da parti meclisi uyardı merak ediyorum. Oysa bu de-ja-vu gibi, tekrar eden sanrı gibi bir şey. Son beş yıldan beri tüm seçimlerin vücuduna enjekte edilmiş yabancı bir madde. Her dokunuşta zarar veren, ölümlere yol açan bir sanrı. Çok fazla dile gelmese de, önümüzdeki dönem etkili bir seçim sonucu alınmaz ve Erdoğan kıl payı yenilirse; veya meclis aritmetiği istediği gibi olmazsa 2015’in karabasanı hepimizin bilinçaltından dürtükleyip duruyor. Bunun diğer adı korkudur. Yenilmez değil ama henüz yenilmemiş bir korkudur. Suruç’ta yaşananlara etkili bir karşı çıkışınız olmazsa, verdiğiniz ‘güven’in sarsılması da olmaz değildir.

Buna karşın en fazla umut vaadi Muharrem İnce’de. Kesin gibi görünen, onun ikinci turda Erdoğan’la yarışacağı. İşte o zaman nasıl bir seçim stratejisi izleyecek, onu beklemek gerekiyor.

DEMİRTAŞ, KARAMOLLAOĞLU VE DİĞER ADAYLAR
Diğer adayları, partilerinin seçim çalışmaları içinde değerlendirmek doğru olabilir. Çünkü Başkanlık seçiminde etkili olacak olan seçmenleri. Partilerinin kurduğu ve kuracağı ittifak o seçmenin sandık başındaki tercihini belirleyecek.
HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın hapishanede olması, Temel Karamollaoğlu’nun görmezden gelinmesi ve diğerleri elbette önemli. Ama zaten bilinen bir süreç ve didik didik edilmiş mağduriyetleri yineleyerek edebiyat yapmanın çözümleme için hiç gerekli olduğunu sanmıyorum.

Vatan Partisi Lideri Perinçek ise ne kaale alınacak, ne de ciddiyeti tartışmaya değecek bir aday değil. Çok büyük olasılıkla ikinci turda Erdoğan’ın yanında saf tutup, seçmeninden onu desteklemesini isteyecek gibi görünüyor. Tersi olursa şaşarım doğrusu. Nedenleri çok bilinmez değil. Ama burada üzerine kalem oynatmanın yoruculuğunu belirtip geçelim biz.

YARIN: PARTİLER VE SEÇİM POLİTİKALARI

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı