REKLAMI GEÇ

SU VE İNANCIN KENTİ HİERAPOLİS

30 Eylül 2019 Pazartesi

Termali, ilkin ve doğal biçimde sağlık kavramıyla birlikte düşünüyoruz. Daha başka çağrışımları yok değil. Ama özellikle 20 yüzyılla birlikte turizm olgusu, termali sarmalayan başlıca ekonomik alan olmaya başladı.

Önceleri dönemsel aile sağlık merkezleri olarak toplumsal yaşantımızda tamamlayıcı bir rolü olan kaplıcalar, böylece giderek bize ya da çekirdek aileye ait olmaktan çıkıp, ulusal, sonra da küresel dünyanın parçasına dönüştü. Yaz aylarında tatili değerlendirme kültürü, ekonomik olarak orta sınıfları zorladığı ölçüde tercih edildi. Ya da sağlık imkanlarının kısıtlı olduğu Anadolu taşrasında, her tür derde deva aramanın merkezleri olageldi.

Turizmi DKG (Deniz, Kum, Güneş) olarak keşfedip geç dönemde devlet politikasına dönüştüren bizim gibi ülkeler, Termal-Kaplıca turizmiyle ortaya çıkan sağlık turizmi sektörünü kavramakta da çok geç kaldılar. Özellikle Anadolu topraklarının, en eski toplum kültürlerine yataklık yapmış olmasının sağladığı “kültür turizmi” imkanı bile bu gecikmişlikten payını aldı.

Oysa en az 2500 yıldan beri termal, yerleşik toplumların sağlık hazinesi olmayı sürdürdü. Bilim insanlarının tespitiyle, ikinci derece kaliteye sahip Anadolu kaplıca suyu değerleri, kaplıcada sağlık arayışlarına yanıt vermeye en yakın kaynaklardan.

Bugün termal sağlık turizmi ve kültür turizmi kavramları içerik ve ekonomik olanaklarıyla, DKG turizminin tamamlayıcı unsuru değil, sektörel sahada eşit imkanlara sahip alanlardır.

DAHA AZ TAHRİPKAR
Termal, sağlık alanındaki kullanım sahasıyla, kendi alanında en az tahripkar olma özelliğine sahiptir. Diğer kullanım alanlarındaki zarar ziyanı hesaplamak şimdilik işimiz değil, ancak bir karşılaştırma gerekirse, sağlık amaçlı termal kullanımı, hem suyun çoklu değerlendirilmesi, hem de temiz su kullanımı ve deşarjıyla neredeyse yok denecek kadar zarar-ziyana yol açar. Seracılıkta ya da jeotermal enerji üretiminde kullanılan termal kaynakların hangi tür kayıplar ve ekolojik sonuçlara yol açtığını görmek için yapılan bilimsel araştırmalara bakmak; pratik sonuçları için ise, ilgili bölgelerde yaşayan halkın ve doğanın maruz kaldığı etkileri yakından izlemek yeterli.

DENİZLİ’DE TERMAL
Bizim seçtiğimiz asıl yazma alanı, “Denizli’de termal olgusu.” Termalin sadece sıcak su ve kaplıca değeri değil, sağlık ve sağlık turizmine ilişkin bölgesel ve ulusal değeri üzerine yapılan araştırmaları, varılan sonuçları ve elde edilen bulguları araştırmak. Bu arada termalin nasıl bir jeolojik evrimle oluştuğu ve bölge yerleşmelerindeki tarihi kullanım değerini, yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak belirlemek. Kurulan kentlerin termal ve sağlıkla ilişkisi bağlamında inanç kültürü ve inanç turizmi ile bağını ortaya koymak.

SUYUN KENTİ HİERAPOLİS
“Denizli’de termal” keyfi bir vurgu değil. Önceki yazılarımızda sıkça değindiğimiz inanç ve su kültürü kenti olarak Hierapolis, eski çağlardan günümüze uzanan bir mirası temsil ediyor. MÖ 2. Yüzyıldan itibaren gelişme gösteren kentin iktisadi büyümesinde, tekstil üretim ve ihracatının yanı sıra termal sağlık kenti olarak Karia ve Frigya halklarının ilgisini çekmesinin rolü var. Karia bölgesinden sağlık amaçlı ziyarete gelenler, daha çok Afrodisias’tan, Herakleia Salbake kenti üzerinden gelip, Herakleia Hieronu’nda konaklayarak, bugünkü Çamlık-Kızılcabölük antik yolunu kullanarak Hierapolis’e ulaşıyorlardı. Hierapolis’in kaplıcaları ve olasılıkla bugünkü antik havuzu çevreleyen ılıca-konaklama imkanları, sağlık amacıyla şehre gelen konukları ağırlıyordu. Hierapolis travertenlerine rengini veren beyaz oluşumun jeolojik-kimyasal özelliklerini daha sonra ele alalım. Ancak, o çağlarda, insanların ilgisini mistik bir düzeye çıkaran görüntü, travertenlerin bembeyaz rengi olmalıydı. Tanrısal bir parlaklık ve saflığı simgeleyen beyazlık!

MS. 2. Yüzyılda, bugün müze olarak kullanılan Gymnasium-Hamam 14.000 m²’lik bir alana inşa edildi. Termal kaynaklardan gelen su yolunun üzerine, travertenlerin hemen önüne inşa edilen geniş yapı, (Prof. Dr. F. D’Andria’nın verdiği bilgilere göre) sadece hamam olarak kullanılmadı. Geleneksel olarak kitaplığı, spor salonu ve eğitim bölümleriyle kompleks bir yapı olarak değerlendirildi.

ERKEN HRİSTİYANLIKTA HİERAPOLİS
Hierapolis antik kentinin termal kaynakları ve geçmişten günümüze uzanan sağlık kenti olma özelliği, Pagan inanç döneminde olduğu kadar Hristiyanlık döneminde de devam etti. Ne var ki, çok tanrılı inanç döneminden Hristiyanlığa geçiş hayli sıkıntılı ve kanlı inanç savaşlarına sahne oldu. Bölgenin pek çok yerinde görülen erken Hristiyanlık dönemine özgü çatışmaların ve karanlık çağların en tipik örneklerinden biri, şimdiki Uşak-Ulubey sınırlarında kalan Avgan kanyonu civarındaki Pepuza kentindeki Montaist tarikatın yaşamını simgeleyen mağaralardır. İkinci ve tipik kalan örneklerden bir diğeri ise Hierapolis’teki çatışmalı yaşamdır. Nitekim bu çatışmalarda İsa’nın son akşam yemeğini birlikte yediği 12 havariden biri olan St. Philippus, MS. 80’lerde katledildi.

St. Philippus sonrası Hristiyanlığın bölgedeki gelişmesi, Lycus Vadisi kentlerinin hemen hemen hepsinde ortak bir zamanda oldu. Colossae ve Laodikeia antik kentlerinin Anadolu Hristiyanlığının ilk dönemlerindeki etkinliğinde üstlendiği rol, hem yazılı kaynaklarda, hem de Laodikeia’da ortaya çıkarılan kiliselerde somut olarak gözlenebilmektedir.

Ancak Hierapolis tarihinde inancın etkisi, sadece erken Hristiyanlık dönemi ile sınırlanıp açıklanamaz. Aksine asıl inanç kültü, pagan dönemine özgü mitolojik efsane ve arkeolojik kalıntılarda ortaya çıkmaktadır.

PAGAN DÖNEMİNDE HİERAPOLİS
Plutonium adıyla bilinen ve son yıllara kadar Hristiyanlık öncesi tapınım alanı olarak işaret edilen kalıntılar, son yıllarda yeni keşiflerle yerini daha başka ve köklü mitolojik efsanelerin simgesel mimari örnek ve düzenlemeleriyle yer değiştirmiştir. Yeni bulunan yapı, mitolojide karanlıklar ve cehennem tanrısı olarak bilinen Hades’in yeraltına geçiş kapısıdır. Kemerli kapı yaklaşık 3-4 metre yüksekliğinde, 3 metre genişliğinde ve 10 metre uzunluğunda dikdörtgen bir havuzdan, yer altından gelen kükürtlü suya açılır. Havuzun arkasında, antik tiyatro yönündeki yüksek kaidede ise tanrı Hades ve cehennemin üç başlı bekçi köpeği Kerberos (Cerberus) heykelleri bulunur. Kerberos Hades’in ayakları dibine oturmuş, cehennem kapısını gözlemektedir.

Hierapolis kazılarında, inanç kültleri açısından son on yıl içinde çok ciddi kazı sonuçları elde edildi. Önce 2011 yılında St. Philippus’un mezarı keşfedildi. Daha önceleri mezarın Martirion (şehitlik) içinde olduğu varsayılıyordu. Oysa bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. Martirion’un hemen eteğinde, hac yolu merdiveninin başladığı noktada üç nefli bir kilise içinde klasik Roma mezarı olarak inşa edildiği belirlendi.

Hades’in cehennem kapısı olarak bilinen yerin de yanlış olduğu ortaya çıktı. 2012 yılında yapılan çalışmalarda cehennem kapısı ve havuzun eski Plutonion merkezine 40-50 metre mesafede ve daha güneyde olduğu saptandı.

 

PHİLİPPUS’UN MEZARI
Bu konularla ilgili olarak, geçtiğimiz yıl görevini tamamlayıp ülkesine dönen önceki dönem Hierapolis arkeolojik kazıları başkanı, İtalya’nın Lecce Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Francesco D’Andria muhtelif tarihlerde bize açıklamalarda bulundu. 2011 yılında verdiği ilk mülakatta, “Bilindiği gibi Efes’te İsa’nın havarilerinden St.John adına inşa edilmiş bir kilise ve kilise içinde mezarı bulunmaktadır. Bu durumun Hierapolis’te de ortaya çıktığını ve yine Havari St.Philip adına inşa edilmiş bir kilise ve kilise içinde mezarı olduğunu görmekteyiz. Martyrion ve kilisenin ortaya çıktığı bu alan, İS. Birinci yüzyılda aslında bir nekropol (antik mezarlık) alanıydı” diyerek dünyaya ilk kez bu konuda duyuru yapmış oldu. (Yaşar Tok, Denizli Gazetesi 25.07.2011)

 

HADES’İN CEHENNEM KAPISI
İkinci mülakatımız ise geçen yıl (2018) tarihli. Ülkesine dönmeden bir gün önce yaptığımız görüşmede Hades’in “Cehennem Kapısı Plutonion” ile ilgili olarak şu özet bilgiyi verdi: “Bu bölgedeki kazılara 2008’de başladık. Ancak 2012 yılında burasının Plutonion olduğundan emin oldum. Benden önceki arkeologlar da aramış ve keşfedememişlerdi. Çiçero, Strabon ve diğer antik dönem yazarları eserlerinde burada çok ünlü bir kutsal alan olduğunu, bir cehennem kapısı bulunduğunu yazıyorlardı. O nedenle herkes burada kutsal alanı aradı. Bu noktada en önemli termal su kaynağı çıkıyordu, 2008 yılında burada olabileceğini düşündüm. Çünkü Strabon kutsal alanda kuşların öldüğünü belirtiyordu. Ben de kuşları takip ediyordum ve burada ölüyorlardı. O nedenle burada olmalı diye düşündüm. Sonra kazı başladı ama yavaş ilerledi. Çünkü üç hektarlık bir alan burası, çok geniş. 2012 yılında kazılar devam ederken, tam cehennem kapısı üzerinde Grekçe bir yazıt buldum. Burasının Plutonion girişi olduğunu belirtiyordu. Kemerli mermer bir girişi vardı. Sonra yaklaşık 3.5 metre yüksekliğinde mermer bir heykel bulduk. Bu cehennem bekçisi Hades’in heykeliydi. Cehennem kapısının hemen üstünde ve orijinal tapınak içindeydi. Mermer blokları kaldırdığımızda iki yılan heykeli ortaya çıktı. Son olarak Hades’in üç başlı köpeği Kerberos’u bulduk. Böylece burasının kutsal alan Plutonion olduğundan emin olup restorasyon projesine başladım. Bildiğiniz gibi restorasyon projesi de tamamlandı.” (Yaşar Tok, Denizlihaber.com, 18 Ağustos 2018)
Devam edecek

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı