REKLAMI GEÇ

Denizli Babadağ’da zaman…

18 Eylül 2012 Salı

Ala karlı, başı dumanlı görürdüm hep Babadağ’ı baharda. Kışın zaten göstermek istemezdi zirvesini.

Eteklerindeki beldeler-köyler ona tırmanır gibi kuruluydu. Beslediği vadi ve derelerin suyu zirvelerden aşağı doğru akar, akarda ovaya bağa, bostana can olur, bolluk bereket getirirdi.x

Güney cephesinde ise pek o kadar cömert görünmüyordu Babadağ.

Hatta biraz kıskanç, biraz hırçın bile denebilir.

Hafızalardaki bu imajı ile eylül ayı başında güney cephesinden tırmanmaya karar veriyoruz Babadağ’ın zirvesine.

Sıcak bir günün öğle saatlerinde ardıç ağacının yeşil dallarını kendine siper etmiş kıl çadırın önünde duruyor aracımız. Çünkü yol burada bitiyor sonrası yaya yürünecek.

Tırmanışı gerçekleştireceğimiz arkadaşlarım Denizli ile ilgili bir tarih belgeseli çekimleri yapan ekip.

Önceden planladığımız üzere rehberimiz ve yüklerimizi taşıyacak olan bir eşek ve bir katır bizi beklemekte, çadırın yanındaki ağacın gölgesinde. (Dağın bu bölgesinden tırmanmadığım için yerel rehber ve yükümüzün fazlalığı nedeniyle hayvanlara ihtiyaç duymuştuk)

Zamanı biraz kötü kullandığımız için öğle saatine kaldığımızın farkında olarak pek oyalanmadan yola çıkmaya karar veriyoruz.

Ama yolculuk öncesi evlerinin dibine kadar girdiğimiz çoban aileye “merhaba” dememek olmazdı. Ailenin reisi (baba) keçilerle “yaylım”da, anne tuluk’a yeni boşalttığı yoğurtlardan yağ çıkartıp geri kalanı peynir derisine basma telaşında, dede torunlarıyla şakalaşmakta, nine ise oğlak gütmede…

Kısacası bir yörük ailesinin yaşamına tanıklık etmekteyiz aslında ufaktan ufaktan.

Fotoğraflar çekilip, çocuklarla şakalaşırken zamanın daraldığının farkına varmıyoruz.

Rehberimiz Ramazan Hoca (Ramazan Gökçe bu dağlarda uzun süre yaşamış, yöreyi iyi bilen Gökçeler Köyü’nden mütevazı bir insan-dost ve aynı zamanda akademisyen ) nazikçe uyarıyor bizi ve iş başı diyoruz hafiften mahcup halimizle…

Ağır ve hacimli olan malzemeleri katır’a ve kalanlar ise eşeğe yüklüyoruz… Heybeye koyup semere asıyoruz bir kısmını…

Ve tüm yükümüzü sarsılıp zarar görmesin diye sıkıca bağlayarak Yahşiler Köyü’nün kuzeyinden dağa doğru yürümeye başlıyoruz.

Ekibimizin deneyimli dağcısı ve aynı zamanda kameraman olan Cengiz Karadeniz, yürüyüş sırası davranışlarımız için bilgilendirmeler yapıyor bize. Sıcak nedeniyle suyu bol tüketmemiz, acele etmeden yürümemiz ve yanımıza mümkün olan en az eşyayı almamız gibi…

Bilene kulak vermek, tecrübeye saygı duymak gerek deyip söylenenleri yapıyoruz.

Eşek önde katır peşinde ve onların da arkasında bizler sırayla bazen ardıç dallarını açarak, bazen taşlara toslayarak ve arada yola dair fıkralar anlatarak tırmanıyoruz dağa…

Yol dik, patika çok taşlı ve hava sıcak olunca ilk bir saatte kan-ter içinde kalıyoruz. Rehberimiz aralıklarla bir-iki dakikalık molalar verip ilk tepeye ulaştırıyor bizi.

Oralardan aşağıya baktığımızda Tavas Ovası’nın sararmış haliyle karşıdaki boz dağlara doğru önümüzde uzanıp gittiğini görüyor-izliyoruz keyifle.

Ovanın batıya doğru uzanan kısmında Karahisar ve Kale arasında kalan bölümde “Yenidere baraj göleti” bulunuyor. Gölet sarı-yeşil renklere bezeli ovanın nazar boncukları dizili gerdanı gibi duruyor adeta karşımızda.

Bu noktadan sonra kireç taşı ağırlıklı, kırçıllı kaya bloklarının arasına giriyoruz ve yola benzer bir şey de kalmıyor ortada.

Yürüyoruz kervan misali, alt kotlarda ova, yukarıda gökyüzü, sıcak ve taşların yuvarlanırken çıkardığı sesler dışında başka ses de duymadan devam ediyoruz yolumuza. Hepimizde bir duygu hali var ama kimse bunu dışa vuramıyor!


Az kaldı diyor rehberimiz; şu tepeyi aşınca zorumuz kalmıyor. İyi de diyorum dağ karşıda bütün haşmetiyle dururken nasıl az kaldı? Çok sürmüyor merakımı gidermem. Ana mola yerimize az kalmış meğer.

O mola yeri ki başka bir çoban evi. 1945 yılında yapılmış yanları kayalara bindirilmiş örme taş ve toprak örtülü bir dam.

Oraya ulaşmaya çalışırken yol güzergahında gördüğümüz ardıç ve karaçam ağaçları biraz olsun gözümüzün zevkini okşuyor. Nihayet 3 saatlik yürüyüş sonrasında ana mola yerimizdeyiz.

Çok hoş karşılanıyoruz. Şakalar, espriler, çay ikramları, yemek teklifleri ve kendileri dışında pek az insan görmeye alışmış ev sahiplerinin minicik odasına sığmaya çalışan bizler…(Hane halkıyla beraber 9 kişiyiz) neyse gönül isterse her yer mekan oluyormuş. O kadar eşya ve insan o ufacık yere nasıl sığdık şaşırdım doğrusu.

Yetmedi iki ayrı sofra da kurduk üstelik ve dinlenip nefeslendik. Enerjimizi yeniledik. Toprak dam hem serinlememizi hem dinlenmemizi sağlamış oldu.

Yolcu yolunda gerekti elbet. Evine konuk olduğumuz Mehmet Amca da öyle dedi.

Baba’ya çıkacaksanız yürüyün!
Eşyaları?! dedik yükleyelim tekrar.
Yükleseniz ne olacak, anca iki-üçyüz metre gidersiniz sonra yol biter ve tırmanışa hayvan gelemez!

Bu büyük sürprizdi doğrusu. Önümüzde 2 ya da 3 saatlik yol var. Bu yolun tamamına yakını tam tırmanış, eşyaların tamamını hayvanlar yerine bu kez biz taşıyacağız.

Üstelik güneş batmadan evvel de zirvede olmak zorundayız, yoksa geceyi orada geçirmek zorunda kalabilir ya da ana kampa inip tekrar tırmanmak zorun da kalabiliriz.

Çaresiz değiliz! Çare biziz! Diyerek bu kez hayvanların taşıdığı yükleri alıp zirve yoluna koyuluyoruz.

Devamlı olarak kayalara vuruyor 60-70 derecelik açılarla “z-s” çizerek tırmanıyoruz. Ter, yorgunluk ve zamana karşı yarış!.

Gölgelerin pek fazla uzayıp ışığın sararmadığı zamanı yakaladığımız saatlerde yaklaşık 2,5 saatlik yürüyüşün ardından Babadağ’ın zirvesindeyiz.

Her yer ayağımızın altında adeta. Doğuya, batıya, güneye, kuzeye nereye doğru gitsek önümüzde devasa bir boşluk oluyor.

Zirvede bulunan babalar ayrı birer görsel şölen sunuyorlar bize ve yine zirvedeki Eren de…

Güneşin iyice yattığı ve sisler içine girdiği saatlerdeki dinginlik ve hafif esen rüzgâr (çok şanslıyız her zaman böyle sakin olmaz hava zirvede) ve ufuk çizgisindeki dağlarla pusun oluşturduğu rengin albenisi alıp başka diyarlara taşıyor bizi…

İki bin üç yüz rakımlı Babadağ’ın zirvesinde olmanın verdiği coşku bu, en yüksekte olmanın heyecanı ve o yükseklikteki değerlerin, babaların, eren’lerin, taşların ne anlama geldiğini işin uzmanı sayın Servet Somuncuoğlu’ndan dinliyoruz…

Doyasıya içime çekip, kendimce benliğimin en gizli köşelerine saklamaya çalıştığım bu anlar “yaşamım boyunca unutmayacağım değerli anılarımdan olacak benim için” diye söyleniyorum kendi-kendime.

Zordu ulaşmak zirveye ve zahmetli ve tehlikeliydi hatta. Ama biz oradaydık ve başarmıştık zoru.

Dönme zamanı geldiğinde “son bir kare daha, şu açıdan daha çarpıcı, bu siluet olmalı, ama ters ışık daha etkileyici” gibi sözlerimizi zirveden aşağılara rüzgarlar taşıdı diye düşünürken gün geceye kavuşmuş, zaman “gidin artık çığlıkları” atmaya başlamıştı çoktan.

Dönüp ardımıza bir daha, bir daha baktığımızda ufuktaki yavruağzı rengin gece mavisine teslim oluşuna tanık oluyorduk.

Anladık ki geriye bakıp ufuktaki renklere takılı kalmak dönüş yolunda bize zorluk ve tehlike olarak geri dönecek…

Öyleyse zaman; yaşadıklarımızı yüreğimizle beynimize hapsedip yola koyulma zamanıdır diyor ve hızla ayrılıyoruz oradan.


Tepe lambalarımız ve el fenerlerimiz eşliğinde çıktığımız yerlerden geri inişimiz daha kısa sürüyordu. Ancak ayaklar ve bacaklarımızdaki kasılmalar, ağrılar işin ciddiyetini hafızamıza kazımaktaydı.

Eşyalarımızı ana kamp yerimize kadar taşıyıp hayvanlara yükleyip geri dönüş yoluna tekrar koyulmamız çıkıştan hızlı olmuştu. Çok seri hareket etmeye başlamıştık.

Öyle ki ev sahibi ailenin ikramlarını bu kez geri çevirmek zorunda kalıyorduk. Zira önümüzde daha 3 saatlik bir iniş ve sonra kente dönüş yolu vardı.

Ay henüz doğmamıştı, önümüzde yürüyen katır ile eşeğin kayalara basarak sendelemelerini seçebiliyordum alacakaranlıkta. Karanlık vadiden çıkıp Tavas ovasını gördüğümüz sırtlarda adeta içim kabarıyordu. Aşağıda ışıl-ışıldı koca bir ova ve gökyüzünde yıldızlar…

Bir anda üstâd Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i düşüyordu aklıma.

O Çukurovayı uzun uzuzn anlatışı. Öylesi bir şeydi işte yaşadığım!

Gecenin tam yarısındaydık “ macera bitti” dediğimizde.

Başladığımız yerdeydik artık, eşyaları araca yükleyip koltuklara oturduğumuzda göz kapaklarımız kapanıyordu ağırdan, ağırdan…

Bir parça mı almıştık Babadağ’dan?
Yoksa bir parçamızı mı bırakmıştık farkında olmadan…

Yorumlar

sait   -  Bağlantı 6 Mayıs 2013, 01:56

süper olmuş şiir tadında okuyun yeter

sait   -  Bağlantı 6 Mayıs 2013, 01:43

çok güzel anlatmışsın hocam bilmeyenler bile burdan okuyup bir nebze fikir alış verişinde bulunabilirler yüreğine sağlık emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler

Ferhat S. Demirci   -  Bağlantı 23 Nisan 2013, 00:57

Tesekkurler Zeki Bey,
Zirve’ye tirmak herzaman yapmak istedigim birseydi, Buradan yapmis oldugunuz paylasim, beni bu konuda daha da cesaretlendirdi. Bu yaz kesinlikle planlarimin arasinda olacak. Bu konuda destek alabilecegim, dagcilik kulubu veya yerel gruplar hakkinda bilgi edinmeye hemen basliyorum!
Saygilar,
Ferhat S. Demirci

Zeki ALTINTAŞ   -  Bağlantı 23 Ekim 2012, 13:49

İzzet bey, 2 defa hava muhalefeti nedeniyle geri dönüş yaptığımız zirve yürüyüşlerinde bende vardım, 3.sene zirveye tam olarak ulaşmak nasip oldu.

Babadağlı olsun olmasın,
insanın ömründe en az 1 kere yaşaması, görmesi gereken bir yer…

İzzet Arpacı   -  Bağlantı 29 Eylül 2012, 14:36

Tebrikler! Güzel memleketimin en güzel köşelerinden biri olan Babadağ zirve yürüyüşünü şiirsel bir anlatımla yazıya döken Zeki Bey’e teşekkürler… Bir parçanızın kaldığına inanın. 5’i zirve ile tamamlanan 2sini hava muhalefeti nedeniyle tamamlayamayan benimde her seferinde bir parçam orada kalmıştı.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı