REKLAMI GEÇ

TÜRKLER DENİZLİ’YE NE ZAMAN GELDİ

31 Ağustos 2012 Cuma

Tarihçiler, Türkler’in, 4.yüzyıl sonlarından itibaren, yani günümüzden yaklaşık 1700 yıl önce, Orta Asya’yı terk etmeye başladıklarını söylemektedirler.

Orta Asya’dan ilk ayrılan kavimler Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya doğru ilerlediler. Macaristan’da, Finlandiya’da, Bulgaristan’da, Kırım’da rastlanan Türk izleri (özellikle bu ülkelerde yaşayanların konuştukları dillerdeki Türkçe kelimeler ve bu toplumlarda rastlanan Türk gelenekleri) bu kavimlerin kalıntılarıdır.

Orta Asya’da iken Şamanizme bağlı olan Türkler’den, Karadeniz’in kuzeyi ile Kafkaslar arasında yerleşenler (Hazar Türkleri) Museviliği, Avrupa topraklarına geçenler ise Hristiyanlığı kabul ettiler.
Türkler’in bir bölümü ise, Hazar Denizi’nin güneyinden geçerek Avrupa’ya doğru yol aldılar. 8.yüzyıl başlarında Müslüman Arap orduları karşısında tutunamayan Türkler, alınan yenilgiler sonrası ağır kıyımlara uğradılar. Onbinlerce Türk kılıçtan geçirildi. Bu olaylar zinciri sonrası Türkler, kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettiler.

26 Ağustos 1071’de Alpaslan komutasındaki Türk ordusunun, Bizans ordusunu yenmesi sonucu Anadolu’nun kapıları Türkler’e açıldı ve Türk toplulukları, büyük kitleler halinde (binlerce, onbinlerce) Anadolu’nun çeşitli bölgelerine dağıldılar. Anadolu nüfusu, o dönemde, hem az, hem çok dağınık idi. Onbinler halinde gelen Türkler, Anadolu’nun nüfus yapısını ve dağılımını önemli ölçüde değiştirdi.

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, bu topraklar üzerinde, Anadolu’nun değişik yerel yerli toplulukları ile birlikte, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Lazlar vb. yaşıyorlardı. Bu insanların bir bölümü devlet olma özelliği ile, bir kısmı ise kavimsel özelliklerle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Türkler, savaşma yetenekleri sonucu, Anadoludaki kavimleri, toplulukları birer birer egemenlikleri altına aldılar ve 1176 yılında Miryakefalon (Denizli-Çivril yakınlarında) savaşında Bizans ordusunu kesin yenilgiye uğratarak Anadolu’yu mesken tuttular. Bu savaştan sonra Avrupa’lı devlet yöneticileri, Anadolu ile ilgili yazışmalarında, “Türk Yurdu” anlamına gelen “Türkiye” kelimesini kullanmaya başladılar.

 

 

 

 

Türkler’in Anadolu’ya gelip konakladıklarında görünen yerleşim durumu.
(Çizim, Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi adlı kitabından alınmıştır.)

 

 

Ancak, Türkler Denizli önlerinde ilk kez, Malazgirt savaşından bir yıl önce, yani, 1070 yılında görülmüşlerdir. Alpaslan’a isyan edip kaçan bir komutanı takip eden Türk birlikleri, 1070 yılında Denizli önlerine geldiler. O dönemde Denizli civarında yaşayan yerli halk, yani Laodikyalılar ve Rumlar, Türklerle ilk kez bu sayede karşılaşmış oldu. Prof. Dr. Ayfer Özçelik bu durumu şöyle özetler; “…Denizli ve çevresinde Türkler, ilk olarak 1070 tarihinde görüldüler. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’a isyan eden bir Oğuz Beyi’ni (Yıva Beyi Erbasan) takip eden Afşin Bey, bu tarihte Honaz’ı almış, Laodikya’yı yağmalamış ve Ege sahillerine kadar uzanmıştı. 1071 Malazgirt zaferinden bir süre sonra Kutalmışoğlu Süleyman Bey maiyetindeki Türkler, Anadolu’nun büyük bir kısmını fethederek İznik’i 1075’de Anadolu Selçuklularının başkenti haline getirmiş, Laodikeia bölgesi de, muhtemelen, 1077’de Türkler tarafından alınmıştır.”

Denizli çevresine gelen Türklerin, Laodikya bölgesinden sonra, Acıpayam ve Baklan ovaları’nda yerleştiklerini görüyoruz. Prof. Dr. Tuncer Baykara, 1147-1148 tarihlerinde Avrupa Hristiyan aleminden Kudüs’e doğru gerçekleştirilen İkinci Haçlı Seferi’ni yöneten Fransa Kralı 7.Louis’in, Denizli Ovası’nı Acıpayam Ovası’na bağlayan Kazıkbeli geçidinde Türkler tarafından hayli hırpalandığını ve askerlerinin önemli bir bölümünü yitirerek Antalya’ya ulaşabildiğini yazar.

 

 İkinci Haçlı Seferinde Haçlı Ordusu’nun, Efes’ten Antalya’ya doğru, izlediği yol Denizli’den geçiyordu.

(Çizim, Dr. Ebru Altan’ın İkinci Haçlı Seferi adlı kitabından alınmıştır.)

 

 

Doç. Dr. Mithat Aydın, Türklerin Laodikya’yı fethetmesini şöyle anlatır; “…Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda Anadolu’yu bir baştan diğer başa kat eden Türk akıncıları Laodikeia ve çevresine de hakim oldular (1076-1077). 1096’da başlayan Haçlı seferleriyle Türk idaresinden çıkan Laodikeia ve havalisi, 1206-1207’de Selçuklular tarafından yeniden ve nihai olarak fethine kadar Selçuklu Devleti ile Bizans arasında nüfuz sahası olmaya devam etmiştir.”

Tarihçilerden edinilen bilgilere göre, Türklerin Denizli civarında büyük kitleler halinde görülmeleri, 12.yüzyıl sonları ile 13.yüzyıl başlarına denk gelir. Mehmet Gazi, Server Gazi, Osman Gazi (Yatağan Baba), Hüsamettin Gazi, Abdibey Sultan, Mahmut Gazi, İsa Bey gibi isimler, Denizli çevresinin Türk toprağı haline gelmesini sağlayan kahramanlardır.

Anadolu’da gerçekleşen büyük Moğol istilasından (1241-1244) kaçan tüm bilge kişilerin sığındıkları son durak, serhad (sınır) şehri Denizli idi. Bu nedenle, Denizli’ye gelen Bektaşi erenleri, Mevlevi şeyhleri, bu beldenin önemli bir kültür merkezi olmasını sağlamışlardır. Birçok bilim insanı, Denizli’de Türk kültürünün yerleşmesinin, Hacı Bektaş Veli öğretisine bağlı Bektaşi erenleri ve özellikle Ahi öğretisinin piri Ahi Evran ve onun takipçileri Ahi Duman ve Ahi Sinan sayesinde olduğu konusunda hemfikirdirler.

1273-1331 yılları arasında yaşayan Kürt tarihçi Ebul Fida, Denizli civarından bahsederken şöyle der: “Antalya’nın kuzeyindeki Togurla dağlarında ve civar yerlerde ikiyüz bin Türkmen evi olduğu söyleniyor. Onlara (Uc) deniliyor. Orada Togurla şehri vardır”. Bahsedilen Togurla, “Donguzlu-Denizli” şehridir.

1304-1369 yılları arasında yaşayan Arap gezgin İbn Batuta ve 1300-1384 yılları arasında yaşayan Arap tarihçi Al Umari, Denizli’yi çok beğenmişler, bu yerleşim yerinin çok gelişmiş bir şehir olduğunu ayrıntılı bir şekilde anlatmışlardır. Onların anlatımlarını, çağdaş Türk tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık şöyle aktarır; “Al Umari, 14.yüzyıl başlarında Denizli bölgesinde 200 bin çadır Türkmen nüfusu bulunduğunu kaydetmiştir. Selçuklu serhad bölgelerinde bu Türkmen nüfusunun yoğunluğu bilgilerini Bizans kaynakları da desteklemektedir. Selçuklu Devleti’nin sınır bölgeleri, Akdeniz, Karadeniz ve Batı Ucu olarak üç serhad bölgesi olarak örgütlendirilmişti. Her bölgenin başında, Selçuklu Sultanı’nın gönderdiği bir emir (bey) bulunuyordu. Bu uclarda daha 13.yüzyıl içinde, Denizli (Tonguzlu), Karahisar (Afyon), Kütahya, Kastamonu, Amasya, klasik İslam Türk medeniyetinin yerleştiği merkezler olarak gelişmişti. 1330 yıllarında Al Umari ve İbn Battuta’nın söyledikleri bunu açıkça göstermektedir. Bu şehirler; güzel çarşıları, sarayları ve camileriyle İbn Battuta’nın takdirini çekmiştir. Ona göre, Denizli, yedi camisi ve güzel çarşılarıyla Anadolu’da en güzel ve büyük şehirlerden biri idi. İbn Battuta, Anadolu’nun en mamur büyük şehirleri arasında Denizli’yi (Tonguzlu) sayar, orada çoğu Rum kadın işçilerin dokuduğu ünlü işlemeli pamuklu kumaşlardan söz eder.”

 

 

14. Yüzyıl’da Denizli, İnançoğulları Beyliği egemenliğinde idi.
(Çizim, Selçuklu Atlası kitabından alınmıştır.)

 

 

İbn Batuta Denizli’ye geldiğinde, bu bölge, İnançoğulları Beyliği egemenliğinde idi. İnanç Bey’in oğlu Murat Bey adına basılmış üç altın ve bir gümüş sikke (madeni para) bulunmuş olması, o döneme ait önemli bir ipucudur. Arap gezgin Batuta, “Seyahatname” adlı kitabında, Denizli’de İnanç Bey’in konuğu olduğunu, Ahi Toman (Duman) ve Ahi Sinan’ın Denizli’de tanıştığı iki önemli düşünce adamı olduğunu yazar.

Denizli’de bugünlere kadar varlığını sürdüren Akhan, Kaleiçi, İnançoğulları Beyliği döneminden kalan miraslardır. Bunlara, 2002 yılında yıkılan Ulu Cami’yi de eklememiz gerekir.

1402 yılında yapılan Ankara Savaşı sonrası Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt’ı esir alan Timur, ordusu ile birlikte Denizli’ye geliyor. Altı ay burada kışlayan Timur’un, Denizli’li demirci ustalarına bir kafes yaptırıp, bu kafesi iki deve arasına, içine de Yıldırım Bayezıt’ı koyup Sivas’a götürdüğü Osmanlı tarihçisi Mehmet Neşri tarafından yazılmıştır. Büyük bir olasılıkla, bu duruma dayanamayan Yıldırım Bayezıt, yüzüğündeki zehiri içerek intihar etmiştir. Tarihçi Neşri, Denizli konaklamasında Timur ile Yıldırım Beyazıt’ın birlikte kale’ye yakın bir hamamda yıkandıklarından bahseder. Bu hamamın, Bayramyeri mevkiinde ve Ulu Cami ile Kale (Kaleiçi) arasında, Germiyanoğulları’ndan kalan Vakıf Hamamı olma olasılığı güçlüdür. Bu yapı halen ayaktadır ve hamam özelliğini korumakta, bu yönde hizmet vermektedir.

Türklerin Anadolu’ya girmelerinin üzerinden 900, Denizli’yi mesken tutmalarının üzerinden 800 yıldan fazla zaman geçti. Anadolu toprakları üzerinde Türkler, Rumlar, Ermeniler, Bizanslılar, Araplar, Kürtler, Laodikyalılar, Hititlerin (Etiler) torunları, Sümerlerin torunları, Lazlar, Çerkesler ve tüm diğer yerli ahali hep birbirine karıştı. Sünnisi, Alevisi, Bektaşisi, Mevlevisi, Süryanisi, Hristiyanı, Musevisi, güneşe tapanı, sakız ağacına tapanı kaynaştı gitti. Çoğunluğu Müslüman yeni bir Anadolu insanı ve yeni bir Anadolu kültürü ortaya çıktı.

Türkler, Orta Asya’dan, asırlar sürecek Batı yolculuğuna çıktıklarında, atlarının terkisine (atın eyerinin arka kısmı) çadırlarını koydular ve konaklaya konaklaya Anadolu’ya geldiler. Bu, asırları içeren bir süreçti. Bu süreçte, yeri geldi, konakladıkları bölgeleri imar ettikleri de, yok ettikleri de oldu elbette. Sonuçta, Orta Asya’daki göçebe hayattan Anadolu’da karşılaştıkları insanlarla kaynaşıp yerleşik düzene geçtiler. Atalarımız Orta Asya’dan çıktıklarında çekik gözlü idiler. Şimdi hepimiz aynaya bakalım ve birbirimizi dikkatle inceleyelim. İçinde yaşadığımız toplumda kaç kişinin gözleri atalarımız gibi çekik kalmış. Yüzyıllar süren Anadolu kaynaşmasının en açık delili bu değil mi?

90 yıl önce, ayrışmayı değil kenetlenmeyi hedefleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, bu topraklarda yaşayanları ortak bir paydada, ortak bir kültür anlayışında bir araya getirmeye çalıştılar. Bu, Anadolu Kültürü idi. Toplumların, kültürlerini devam ettirdikleri sürece ayakta kalabileceklerini, kültürüne yabancılaşan toplumların, yok olmaya mahkum olduklarını biliyorlardı. Denizli’de 1930’lu yıllarda çıkarılan Halkevi dergisinin adı “İnanç”tır. İnançoğulları’nı çağrıştırsın diye olduğuna kuşku yoktur. Atatürk, kurulan iki önemli bankaya “Etibank” ve “Sümerbank” adını boşuna vermemiştir. Anadolu’nun tarihini, kültürünü hatırlatmak istemiş olduğu şüphe götürmez gerçektir. Bu coğrafyada yaşayan bizlerin en önemli ortak paydamız Anadolu tarihi ve kültürüdür. Bizi, Anadolu’da yaşayan herkesi, bir arada tutan ortak paydalarımıza, her zamankinden daha sıkı sarılmak zorunda olduğumuzu, birbirimize kenetlenmemiz gerektiğini hissediyorum. Bu nedenle, bu son bölümü, Anadolu’da filizlenen ve asırlar içerisinde yoğrulan ortak kültürümüze sahip çıkalım, toplumumuzu ayrıştırmaya çalışanlara karşı direnelim, ayrışmayalım düşüncesi ile yazdım.

Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yolda kazanılan 30 Ağustos 1922 zaferi, Anadolu insanının, kendisini bu coğrafyadan silmek isteyen emperyalist güçlere karşı kenetlenerek direnmesinin sonucudur. Gönül dolusu kutlanması gerekir.

Yorumlar

mustafa ünal   -  Bağlantı 15 Ekim 2012, 22:37

“Avşar Türkmenleri, 1071’den çok önce Acıpayam bölgesine gelmişler. Burada, Karaağaç Bey önderliğinde, Garbi Karaağaç Beyliği’ni kurmuşlar”

Bu bilgiyi teyit edebilmiyiz Hüsamettin bey.

hüsamettin ataman   -  Bağlantı 1 Eylül 2012, 11:00

Okuyucularımızın da rahatlıkla görebilecekleri gibi, yazımızın konusu türklerin nasıl ve hangi koşullarda müslüman oldukları ile ilgili değildir. Yazımızın konusu gayet açık ve sade. Türkler, yani atalarımız, Orta Asya’dan çıktılar ve 700-800 yıl süren uzun bir yolculuktan sonra, Anadolu’yu, bu arada Anadolu’nun Batı bölgesindeki Denizli’yi mesken tuttular. Bu bölgeye geldiklerinde karşılaştıkları insan toplulukları ile kaynaştılar. Karşılıklı etkileşim sonucu, yeni bir kültür oluştu. Buna “Anadolu Kültürü” diyoruz. Türkiye’de yaşayanların ortak paydasının bu Anadolu Kültürü olduğuna ve bu kültüre sahip çıkarsak kenetlenebileceğimize, toplumumuzu ayrıştırmaya çalışanların oyunlarını boşa çıkaracağımıza inanıyorum. Bu yorumumun, “Mete” adlı okuyucumuza bir cevap olarak değil, yukarıdaki yazı hakkında yanlış anlamalara meydan vermemek üzere, salt bir açıklama olarak, algılanmasını dilerim.

mete   -  Bağlantı 31 Ağustos 2012, 14:18

Yazınızın son kısmındaki dileklere katılmamak elde değilken, birbirimize kenetlenmekden bahsedip sonrada sadece bir sav olan ve bilimsel temelleri olmayan “kılıç zoruyla müslüman olundu.” fikrinizin ayrıştırıcılığını kınıyorum. Düşünceniz bu olsa dahi kenetlenmek adına yazdığınız bu yazıda bu “fikrinizi” zikretmemeniz daha ahlaki ve münasip olurdu. Saygılar.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı