1 MAYIS 1977’DE CEHENNEMİ GÖRDÜK

“Yollar yürümekle aşınmaz.” 1968 yılında, Adalet Partisi’nin büyük kongresinde yürüyüş, protesto ve mitinglerden şikayet edenlere, partinin Genel Başkanı Süleyman Demirel böyle yanıt veriyordu. 1977 yılının 1 Mayıs Emek Bayramı kutlamalarına katılan devasa insan yığını içinde kaç kişi bunun bir ‘hoşgörü’ ifadesi olduğunu düşünüyordu acaba? Ya da bu bir ‘hoşgörü’ müydü? Bu günden geriye, 50 yıl öncesine gidip empati kurduğumuz zaman bu ifadenin hoşgörüden çok; güç toplama, fırsat bekleme ve zayıf anı kollama taktiği olduğunu düşünüyorum hep. Başka deyişle 1961 Anayasası’nın sağladığı kısmi olanakları tırpanlamayı bekleme, Menderes döneminin gücünü yeniden tesis etme, kendi ideolojisi çevresinde örgütlenen sağ oluşumların hakimiyet fırsatını sağaltma dönemini sabırla inşa etme taktiği! Aynı Demirel 11 yıl sonra, faşist çetelerce Maraş’ta uygulanan katliamın ardından şöyle diyecekti: “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz!” Süleyman Demirel’e bu güçlerin tamamını veren 12 Mart 1971 askeri darbesi oldu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararı, o ve onun gibilere cesaret ve intikam fırsatı verdi. Bu fırsatın nimetlerinden yararlanmayı sonraki on yıl boyunca sürdürdü. 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’nda sahnelenen katliam, bu fırsatı kullanmanın doruk noktasını oluşturdu.
Haber Merkezi / DENİZLİHABER / 30 Nisan 2018 Pazartesi, 11:32
CUMHURİYET VAR, YA ÖZGÜRLÜK?
Cumhuriyet dönemi Türkiye toplumsal sınıflarının sosyolojisi içinde 1 Mayıs Emek Bayramı olgusu, hak ettiği birikim ve deneyimin karşılığı açısından uzun yıllar çorak kaldı. Bunun baş müsebbibi devlet olmak üzere dönemsel seçilmişler ve bürokratik aygıtın keyfiyetine çanak tutan ideolojik tercihler olageldi. Henüz 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden başlayarak, 1924 Anayasası’nın katı ve devletçi hükümleri, 1960’lardaki çalışma yasalarına kadar çalışan kesimin başının üzerinde adeta Demokles’in kılıcıydı. TKP’nin 14’ler katliamı, Atatürk’ün emriyle kurulan ve dağıtılan Türkiye Komünist Partisi macerası, 1920 ve 30’lardaki yargılamalar ve diğerleri anılan sürecin siyasal alamet-i farikası oldu. Şefik Hüsnülerin tasfiyesi, 1951 TKP tevkifatları ve Menderes dönemi baskı rejimi, Cumhuriyetin ilk kırk yılının siyasi tarihinde, emekçi sınıflara ve emek ideolojisine karşı nasıl bir ‘mutlak devlet tasarımı’ üzerinden yönetim inşa edildiğinin göstergeleriydi.
1968 KATALİZÖR OLDU
1961 Anayasası bu gidişatın yönünü kısmen değiştirdi. Çalışma hayatını ve sosyal güvenlik kurumlarını düzenleyen yasaların yürürlüğe girmesi, on yıllardır birikmekte olan sınıf enerjisini ortaya çıkardı. 1968 küresel başkaldırı rüzgarını da arkasına alan gelişmeler, 1970 yılında, 15-16 Haziran efsane işçi direnişine uzandı. Ne ki 1960 yılındaki vesayeti yetersiz bulan Ordu, 12 Mart 1971’de yeni bir darbe ile yönetime el koydu. Bu müdahale, on yıl önceki emekçi sınıf kazanımlarının önemli bir bölümünün tırpanlanmasına yol açtı. Yetmedi, aydınlar, öğrenciler ve toplumun tüm muhalif kesimleri hedef oldu.
Darbe karabasanından 1973 genel seçimleri ile çıkıldı. Bülent Ecevit (Cumhuriyet Halk Partisi) ve Necmettin Erbakan (Milli Selamet Partisi) liderliğindeki iki partinin koalisyonu bir genel af ilan ederek durumun bir ölçüde normale dönmesini sağladı.
CHP-MSP koalisyonunun ömrü uzun sürmedi. Yerini 1975 Mart ayında genel adı Birinci Milliyetçi Cephe (1. MC) olan koalisyon hükümetine bıraktı. Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin oluşturduğu muhafazakar sağın her türlüsünü barındıran koalisyon, 21 Haziran 1977 tarihine kadar hükümette kaldı.
Taksim’de geniş katılımlı ilk 1 Mayıs, 1. MC döneminde 1976 yılında yapıldı. Yüzbinlerce emekçi, öğrenci ve diğer halk kesimleri meydanda yer aldı. Olağanüstü enerjiyle yaşanan etkinlik, ertesi yılın habercisi oldu.
SAYILMAYIZ PARMAKLA TÜKENMEYİZ ÖLMEKLE
1977 yılı 1 Mayıs kutlamaları halk coşkusunun ve örgütlü emek kesimleri etkisinin görkemine sahne oluyordu. Her yönden dalga dalga Taksim’e giren insanlar, sonsuz saatler devam edecek bir sel gibi akıyordu. Türkiye halkının siyasal bilincini biçimlendiren, demokratik, özgürlükçü ve sol düşünceye gönül vermiş ne kadar renk varsa, hepsi meydanı dolduruyordu. Marşlar, şarkılar, davullar çalıyor, DİSK’in öncülüğünü yaptığı miting tertibi, olağanüstü bir uluslararası günün işaretlerini taşıyordu.
Ancak o gün tamamlanmadı. İlk silah sesi nereden geldi, hala bilinmiyor. O ilk atış bir saldırı işareti oldu. Taksimi çevreleyen Sular İdaresi Binası ve İntercontinental Oteli çatılarından yoğun bir silah atışı başladı. Doğrudan meydandaki kitleyi hedef alıyordu. Yüzlerce kurşun meydana yağdı. Yaralananlar, düşüp ezilenler, panik halinde kaçışan insanlardan oluşan cehennemi bir tablo çizildi. Kazancı Yokuşu olarak bilinen en dar sokak tutulmuştu. Beyaz bir araç yolu tıkamış, kaçışan insanların sıkışmasını sağlamıştı. İşte o an açılan ateşte onlarca insan öldü. Yüzlercesi yaralandı…
Taksim meydanı panikle dağıldıktan sonra yüzlerce yaralı hastanelere koştu ya da tenhalara sığınıp kendi kendini tedavi etti. Geriye 34 ölü kaldı. Türkiye “Kara Pazar”larından biri daha kara bir leke olarak devletin siciline yazılmıştı.
Bu katliam ne ilk ne de son oldu. Sonraki yıllarda sayısız katliama tanık olundu. Binlerce insan miting meydanlarında, iş yerlerinde, sokakta, evde, yolda vurulup öldü.
TAKSİM’DE SON 1 MAYIS
1 Mayıs 1978’e gelindiğinde önceki yılın acıları taptazeydi. Yine Taksim’de toplanan halk, bu kez ölülerini saymadı ama katillerin bulunmasını istedi. Bu katliamı düzenleyenlerin hesap vermesini talep etti. Bir yıl önceki ölülerinin fotoğraflarını meydana serip, tek tek adlarını haykırdı.
O yıl Taksim’de 1 Mayıs’lar son buldu. Ertesi yıl izin verilmedi, sonraki yıl 12 Eylül 1980 darbesi yapıldı ve tümüyle yasaklandı.
1 Mayıs 1977 katliamının failleri hiçbir zaman bulunmadı. Devletin bu konuda özel bir çabası olmadı. MİT elindeki bilgileri sakladı, istihbaratı gizledi. Pek çok varsayım ortaya atıldı. En güçlüsü, kontrgerilla olarak ünlenen uluslararası devletlerin denetimindeki suikast örgütünün Türkiye uzantısıydı. Diğer adı “Derin Devlet”ti. Bu konuda dönemin siyasal yöneticileri sonraları benzer açıklamalarda bulundu. Ecevit kontrgerillayı ilk telaffuz eden ve varlığını ifşa eden lider oldu. Demirel ve 12 Eylül darbecisi Kenan Evren, çeşitli tarihlerde Kontrgerilla elemanlarını kullandıklarını itiraf ettiler. İhtimal, aynı yapı 1990’lı yıllara damga vuran pek çok suikastın failiydi ama açığa çıkarılmadı. İtiraflar suya yazılan yazı olmaktan öte geçmedi. Ne zamana kadar? 1996 sonbaharında, Susurluk’ta meydana gelen kazayla siyasetçi, faşist mafya ve devlet üçgeninin tüm kirli ilişkileri kaza mahallinden bütün dünyaya saçılana kadar!
UNUTULMADI UNUTULMAYACAK!
Şimdi yine 1 Mayıs. 1977 katliamının üzerinden 41 yıl geçti. Hala kitlesel katliamlara tanık oluyoruz. Hala emek kesimlerinin özgürlük ve demokrasi sorunu devam ediyor. Devletin vesayeti, hak ve eşitlik gibi, adalet gibi doğal beklentilere tahammül etmekten hala uzak kalıyor. Ve hala çalışanlar, aydınlar öğrenciler, gazeteciler ve muhalifler devleti yönetenlerin doğrudan hedefi olmaya devam ediyor.
“İnsan aklı unutma hastalığından mustariptir” denir ya, ben bundan kuşkuluyum. 41 yıl öncesini unutturmayacak o kadar katliam yaşandı ki bu ülkede, unutmak demeyelim ama kötülükleri bilinç dışına sürgüne göndermek zihinlerimizin neredeyse doğal refleksi haline geldi. ‘Unutmak’ dediğimiz belki de bu. İşte bu reflekse inat, bir kez daha 41 yıl öncesine gidip o katliam günlerini Taksim’de yaşayan insanların hatıralarıyla aktarmak istedik. Bilinsin istedik ki, hiçbir kazanım bedeli ödenmeden elde edilmedi bu ülkede. Hiç kimse, hiçbir yönetim altın tepside sunmadı elde avuçta kalmış az buçuk varoluş imkanını.
O günleri bizzat Taksim’de yaşamış pek çok insan var elbette. Tümünün kendi yaşadığının detayları ve unutulması olanaksız acıları var. Ben sayfalarımızda iki kişinin hatıratına yer vererek, onların bitmeyecek acılarına da sembolik olarak ortak olmak istediğimizi belirterek sözü anlatıcılarımıza bırakmak istiyorum.
HEYKELTRAŞ ALİ DİRİER ANLATIYOR
“Pat pat kurşun sesleri hala kulağımda!”
1 Mayıs 1977 Emek Bayramı günü Taksim Meydanı’nda, kürsü koruması olarak görevlendirilen 600 kişiden biriydim. Meydan’da ikinci 1 Mayıs’a katılışımdı. Önceki yıl, yani 1976 yılı 1 Mayıs’ında da yine meydandaydım. TKP flaması altında yürüyen grubun içindeydim. Müthiş bir kalabalık vardı. 12 Mart 1971darbesinden sonra meydanların dolduğu ilk yıldı. Her kesimden, özellikle DİSK’e (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bağlı sendikaların temsil ettiği işçi kesimlerinden yoğun katılım vardı. İlk o yıl işçiler bayrama özel koruma ve güvenlik giysileriyle meydana girmişti. Müthiş etkileyici bir tabloydu. 1 Mayıs 76 için bütün gece çalışmış, Che Guevara’nın kırmızı beyaz grafik çizimini poster olarak yapmıştım, ertesi günü de meydanda onu taşımıştık. Sonraları o çizim her yerde bir sembol olarak kullanılır oldu.
1977 1 Mayıs’ına önceki yılın coşkusuyla geldik. Meydana DİSK tarafından yaptırılmış koruma giysileriyle girdik. Kemal Türkler’in konuşma yapacağı kürsünün etrafını korumaya aldık. Kürsü ses sistemleri vb. ile genişçe bir alanı kapsıyordu. Sendikalar yerlerini aldı, siyasal gruplar alana girdikçe kendi yerlerine yerleşti. Ama her yönden akın akın meydana girişler kesilmeden devam ediyordu.
Bir ara İşçinin Sesi grubunun gelmekte olduğu ve silahlı olarak meydana yaklaştıkları bilgisi geldi. Koruma grubu olduğumuz için ilk bilgi bize veriliyordu. Bunu önlemek için ne yapılabilir diye konuşulurken, onların geldiği yönden ilk silah patladı. Havaya ateş açılmıştı.
Biz daha ne olduğunu anlamadan meydandaki kitle o yöne doğru hareketlenmişti ki, Sular İdaresi binası ve İntercontinental Oteli (sonraki adı The Marmara Otel) çatılarından yaylım ateşi başladı. Bir anda ortalık cehenneme döndü. Panik havasıyla insanlar birbirinin üstüne basarak kaçışıyordu. Kalabalığın sıkıştığı yer Kazancı Yokuşu oldu, en fazla ölü orada vardı.
Biz koruma grubu hiçbir yere kımıldayamıyorduk. El ele tutuşup çemberi daralttık ve kürsüyü korumaya devam ettik. Kürsünün eteklerine yağan kurşunların pat pat sesleri hala kulağımdadır. Bize şimdi isabet etti, edecek beklentisi içindeydik ama o kadar heyecanlanmıştık ki, kendimizi koruma dürtümüz bile kalmamıştı. Korku duygusunu yitirmiş, adeta hissizleşmiştik.
Geç saatlere kadar orada bekledik, ayrılmadık. Kitle dağıldığında geride ölüler kaldı ve ambulanslarla teker teker taşındı. Kaçışan insanların ayakkabı, çanta ve erzak vb. torbalarından meydanın ortasında adeta bir dağ oluştu. Hala gözümün önünden gitmez. Biz oradan ayrılırken temizlik işçileri gelmiş, meydanı süpürüyorlardı. Gecenin hayli ilerleyen bir saatiydi. O gece bir arkadaşımda kaldım, ertesi güne kadar da dışarı çıkmadım.
1 Mayıs 1978 bir yıl önceki travmayla başladı. Yine katılım yüksekti ancak heyecan yerini bu kez ağır bir üzüntüye bırakmıştı. Hatıralar canlılığını yitirmemişti. Biz TKP grubu olarak slogan atmadık. Bunun yerine ölenlerin ismini saydık ve katillerin bulunmasını istedik.
Taksim’deki son 1 Mayıs bu oldu. Ertesi yıl OHAL ilan edilmişti, o nedenle Türkiye mitingi İzmir’e taşındı ve o yıl İzmir mitingine katıldım. Zaten bir daha Taksim’de 1 Mayıs’a izni verilmedi.
HARİTA MÜHENDİSİ KEMAL KARABULUT ANLATIYOR
“Darı patlar gibi silah sesleri geliyordu!”
İstanbul’da 1 Mayıs 1977’ye katıldığımda öğrenciydim. 1973 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Harita Mühendisliğine kaydoldum. 1975 yılında okul bir yıl kapalı kaldı. O nedenle 1977’de üçüncü sınıfta okuyordum. Aksaray’da oturuyordum bir öğrenci evinde.
1977’de 1 Mayıs’a Taksim meydanında katıldım. İlk toplanma ve yürüyüşe geçme yerimizi şimdi tam olarak hatırlayamıyorum. Saraçhane tarafında toplanmaya başlamış olabiliriz. Dolmabahçe tarafından geldik ama. Demek ki bize doğrudan çıkış vermediler, o nedenle Dolmabahçe tarafından dolaşmak zorunda kaldık. Çünkü Hilton Oteli önünden Taksim meydanına çıktığımızı çok iyi hatırlıyorum. Yolda öbek öbek askerler vardı, onların arasından geçip girdik meydana. O zamanlar Devrimci Yol grubunun sempatizanıydık ancak öyle örgütsel bağımız yoktu. Aynı gruba dahil olup kortej olarak gelmiştik ve meydanda da aynı kortej içinde kaldık. Gün öğleyi çoktan geçmişti ama hala meydana kortejler halinde yoğun girişler vardı.
Taksim meydanı mahşer yeri gibiydi. Öyle dolu! Heyecanlıydı. Kürsü konuşmaları, atılan sloganlar, marşlar heyecanı ayakta tutuyordu.
İlk silahı nasıl duyduğumu bile unuttum şimdi. Ama bir anda darı patlar gibi silah sesleri gelmeye başladığını unutmuyorum. Otel’den başladı ateş onu biliyorum ama o arada Sular İdaresi binasından da ateş açılmış, onun farkında değilim. Yanımdaki arkadaşların oraya bakmasıyla anladım. O anda panik de başladı.
Meydanın ortasında kürsü vardı. Bir de bizim önümüzde bir heykel vardı. Ben onun dibindeydim. Öğrenci arkadaşlar heykelin üstüne tırmanıp bayrak, flama falan asıyorlardı. Tam o anda silahlar patlamaya başladı. Hepimiz şaşkınlık geçirdik önce. Nereden geldiğini anlamaya çalıştık. Çünkü ateş ediliyor ama ateş eden kim, görmüyoruz. Sadece otelden mi, karşı binadan mı, yoksa başka yerlerden çapraz ateş var mı, bunları çözmemiz o anda imkansızdı. Düşünemiyorduk bile o panik havasında.
Taksim’i bilirsiniz. Açık alandır. Hava çabuk dağılır. Yukarıdan o kadar yoğun ateş vardı ki, açık alan olmasına rağmen önce yoğun bir barut kokusu dağıldı etrafa. Koku paniği daha da arttırdı. Herkes bir tarafa koşuyordu. Birbirini çiğneyenler, düşenler, yaralananların feryadı, çığlıklar kaçışmanın uğultusuna karışıyordu.
Ben kaçmak için Dolapdere tarafına yöneldim. Evim Aksaray’da olduğu için herhalde, içgüdüsel miydi bu yön tayini bilemiyorum şimdi. Hatta önümde birisi düştü, tutup kolundan kaldırdım, sonra koşmaya devam ettim.
Dolapdere’ye varınca biraz sakinleştim. Ama durmak istemiyordum. Hemen ilk belediye otobüsüne bindim. Evim Aksaray’da ama orası öğrenci evi. Korkudan eve gitmedim. Otobüsten inmeyip Bakırköy’e kadar gittim. Orada bir akrabam vardı aile, o gece onlarda kaldım.
Akşam haberleri izledik. Kazancı Yokuşu’nda olanları gece haberlerinden öğrendim. Sokağın başında bir araç park etmiş, zaten dar olan geçişi kapatmış. Kaçışanlar orada sıkışmış. Ölenlerim büyük çoğunluğunun orada kurşunlandığını böyle öğrendim.
Kaçarken ölenleri görmedim. Sanırım bizim kaçışımız esnasında ilk ateş, panik yaratmak için havaya açılmıştı. O nedenle ölene rastlamadım. Ama insanlar eşyalarını, her şeylerini bırakıp kaçıyordu, onu görüyorduk.
Sonraki 1 Mayıs’ta yine Taksim’deydim. Ama önceki yıldan çok farklı bir hava vardı artık. Ölenlere duyulan saygı ve üzüntü meydanda herkesi etkilemişti. Heyecan yerini acıya bırakmıştı.
Türkiye’deki silahlı çatışmalar 1977’den sonra sanki karakter değiştirdi. Katiller kendini daha özgür hissetmeye başladı, saldırganlıkları arttı. Neredeyse her gün birkaç okula saldırıyorlar, birkaç kişiyi öldürüyorlardı. Bu ortam gelip beni de buldu. Bir yıl sonra Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerine saldıran faşist bir güruh, o gün bir kişinin ölümüne yol açarken 13 kişiyi yaraladı. Yaralıların içinde ben de vardım. Ambulansla hastaneye götürüp sedye ile taşıdılar. Hastanede tedavi oldum.
SON SÖZ
1 Mayıs 1977 için kim nasıl daha başka bir retorik oluşturabilir? Önce coşku ve heyecan, sonra panik, kaçış ve öldürülme korkusu… Hangi ideolojinin dili bu anlatıma zenginlik katar? Okuyanların bazılarından şunu duymak mümkün mü: “Ben olsam bu olayı şöyle anlatırdım!” Eğer duyarsanız, bunun bir edebiyat yapma biçimi değil, fiziksel gerçekliğin ta kendisi olduğunu hatırlatın lütfen! Ölmenin, korkunun, kaçmanın ve paniklemenin türküsü söylenmez. Olsa olsa ağıt yakarsınız. Onu da aynı sözcükleri yinelemekten öte bir dille anlatmanız mümkün değildir.
Zaten kim nasıl bir cehennemden çıktığımızı sorgular ki? Asıl önemli olan cehennemin nasıl olup da bayramlarımızın, kutlamalarımızın, sevinçlerimiz ve duygularımızın yanı başına kadar sızdığını bilmek değil mi?
Unutmayalım 1 Mayıs’lar evrenseldir ama cehennem de öyle…
Bir daha böyle cehennem tuzaklarına düşmemek dileğimiz sonsuz olsun!
Not: Fotoğrafların bazıları Cumhuriyet ve Duvar gazeteleri arşivlerinden alınmıştır.