REKLAMI GEÇ

SOSYAL DEMOKRASİNİN ÇIKMAZI…

28 Haziran 2011 Salı

Günümüz Türkiye’sinde yıllardır sosyal demokrat partilerin neden iktidar olamadığını anlamak için sosyal demokrasi kavramının özellikle Avrupa’daki gelişimini ve yaşadığı çıkmazları anlamaya ihtiyacımız var. Belki size biraz sıkıcı ve uzun gelecek ama…

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal devleti inşa ederek toparlanma sürecinden hızla çıktı ve medeniyetini tekrar inşa etti. Zaten sosyal demokrasinin ideolojik tohumları 20. Yüzyılın başında özellikle ünlü Alman teorisyen ve politikacı Eduard Bernstein sayesinde Avrupa’da atılmıştı. Ancak 1930’lardan 1945’e kadar devam eden faşist yönetimler ve savaş dolayısıyla sekteye uğrayan sosyal demokrasi ve refah devleti anlayışı savaştan sonra son sürat Avrupa’da hakim oldu. Hem yaşanan acıların verdiği ders hem de Avrupa Medeniyeti’nin felsefi ve kültürel birikimi bunu sağladı. Demokrasi de bu yolla inşa edildi ve hızla kurumsallaştırıldı. Sadece siyasi partiler değil çok çeşitli sivil toplum örgütlenmeleri sayesinde modern sosyal ve sivil devlet yaratıldı. Avrupa toplumu gelir adaletini, ekonomik reformları, kültürel, sosyal, sendikal hakları bu yolla edindi ve elbette bu haklar bireylere tepeden inme gelmedi. Rönesans yani aydınlanma çağından beri süregelen düşünsel birikimleri, Fransız İhtilali’ni gerçekleştiren medeniyetin mücadeleci karakteri sayesinde Avrupa Toplumu bu bilinci içselleştirdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada laissez faire’e (serbest piyasa ekonomisini temsil eden meşhur söz) olan inanç hızla zayıfladı. Sosyalizm batıda sosyal demokrasi denilen ılımlı, parlamenter sosyalizmin etkisi altında kaldı. Fakat sosyalizmin ekonomi teorisindeki eksiklik kapitalizmin üretkenliğini ve yeniliğe olan açık duruşunu hesaba katmaması olmuştur. Küreselleşme ve teknolojik gelişim bu eksikliği iyice gün yüzüne çıkarınca Avrupa’da da klasik sosyal demokrasinin buhranı başladı. 1970’li yılların ortalarından bu yana Avrupa sosyal demokrasisi, Thatcher ve Reagan dönemlerinde güçlenen yeni liberalizm düşüncesiyle etkisini yitirmeye başlamıştır.

Yeni liberalizm yani yeni sağ diyebileceğimiz bu görüş genel olarak ikiye ayrıldı; muhafazakar diye nitelendirebileceğimiz siyasi görüş ve serbest piyasa felsefesine çok daha bağlı olan özgürlükçü siyasi görüş kanadı. Bunun üzerine sosyal demokratlar yeni liberalizmin yükselişine ve sosyalizmin karşılaştığı problemlere cevap bulmak üzere reformist düşüncelere yakınlaşmaya başladı.

Eski tip sosyal demokrasiyi ve yeni liberalizm dediğimiz kavramları karşılaştıralım:

Eski tip sosyal demokrasi:

• Devlet, piyasaların gerçekleştiremeyeceği kamu hizmetlerini vermelidir.
• Kolektivizmin hakim olduğu kamu gücünde, toplumun diğer hizmet alanlarında ve ekonomide güçlü bir hükümetin varlığı doğaldır.
• Hükümet, iş çevreleri ve sendikaların beraberce bulunduğu karar mekanizmasının başındadır.
• Devlet sosyal yardımları organize eder. Gönüllü özel yardım kuruluşlarına müsaade edilmez.
• Dev iktisadi teşebbüsler ulusal çıkarlar adına özel mülkiyetin eline geçmemelidir.
• Sosyal devlet zenginden alıp fakire vermeyi amaç güder, bireyi korur.
• Bu yolla işçi sınıfının desteği sağlanır.

Yeni liberalizm:

• Devlet gereğinden fazla büyüdüğünde özgürlüğün ve kendine güvenin düşmanı olur. (Edmund Burke)
• Sivil toplum üzerinde hegemonya sağlayan devlet mekanizması sivil düzenin bozulmasına sebebiyet verir. Sivil toplum serbest bırakılmalıdır ve bunun gibi piyasalarda bireysel inisiyatif sağlanmalıdır. Böylece serbest bırakılan piyasa sivil toplum için daha faydalı olacaktır.
• Eski tip sosyal demokraside istenen sosyal eşitlik tek tip bir toplum oluşturma amacı güder ve baskıcı bir yönteme kaymaya yol açabilir. (Sovyet Rusya’da olduğu gibi) Ancak yeni liberalizmde fırsat eşitliği vurgusu rekabetçi ve üretken toplum için arzu edilen bir kavramdır. Sınıfsız bir topluma giden yolda kişiler yetenekleri ve üretkenlikleri ölçüsünde toplumda yer ve statü edinir.
• Sosyal devlet veya refah devleti insanları köleleştirici bir düzene benzetilir. Bu düzende devletin sivil toplum üzerindeki hegemonyası yüzünden bireylerin kendilerine duydukları güven ve müteşebbis ruh zayıflar.
• Yeni liberaller ulus devlet kavramına bağlı ve uluslararası ilişkilerde realist politikalar izlemeyi uygun bulurlar. Sonuçta küresel dünyada hala ulus devlet kavramı kuvvetlidir.

Bugün geldiğimiz noktada ise hem sosyal demokrasi hem de yeni liberalizm bir burhan içinde kendilerine yeni bir yön tayin etmeye çalışmaktadır.

Yeni liberalizmin önem verdiği iki konu olan muhafazakarlık ve serbest piyasa felsefesi birbiriyle sorunlar yaşamaya başlamıştır. Gelenekçiler bir taraftan ulus devlet yapısına ve ahlaki değerlere sıkı sıkıya bağlı kalırken serbest piyasacı kanat bireysel özgürlük ve cinsel yaşamın özgürlüğü konularında muhafazakarlarla aynı düzlemde değildirler. Fakat ne var ki serbest piyasacı toplumların üretken ve dinamik yapısı muhafazakarların otoriter eğilimleriyle başa çıkabilmekte ve bu baskıcı görüşü zayıflatabilmektedir.

1980’lerin başında da artık Avrupa’lı soysal demokrat partiler özellikle İngiltere’de başlayan reformist düşüncelerin izinde kabuk değiştirmeye başladılar. Bireysel özgürlüklere yapılan vurgularla beraber devletçi ekonomik görüş etkisini yitirmiş, sendikalara bağlılık azalmış ve kamu iktisadi teşebbüslerinin kamu kesimi tarafından sahiplenilmesinden vazgeçilmiştir. Sosyal demokrat partiler kapitalist düzenle gerçekleştirdikleri bu ikinci barış döneminde ekonomide üretilen kaynağın dağıtımında ve diğer toplumsal organizasyonlarda açık görüşleri savundular. Bireysel çıkarları savunmak, fırsat eşitliğine sıcak bakmak artık sosyal demokratlar için olması gereken şeylerdi. Bu bağlamda komünist ve sosyalist eğilimli bir çok siyasi parti artık revizyonist sosyal demokrat görüşler çerçevesinde birleşiyordu. Bu değişimin en önemli tohumu, Willy Brandt liderliğindeki Alman Sosyal Demokratlar (SPD) tarafından 1959’da Bad Godesberg Programı’nda atılmıştır. Bu program, sınıf yerine kitle partisi olma yolunda radikal kararların alındığı ve piyasa disiplinine bağlı kalınması gerektiğinin altının çizildiği yani bir yerde işçi toplumu ile sermayenin barışı olarak adlandırılabilecek önemli bir programdı. 1989’da SPD’nin Temel Programı’nda refah düzeyi belirli bir seviyeye gelen toplumun zengin tabakası artık yaşam kalitesini daha çok önemsiyordu ve bununla beraber gelen bireysel özgürlük ve piyasa rekabetçiliği kavramları programda kendine yer buldu. Bireyselcilik ve kolektivizmin birbirine düşman kavramlar olarak algılanmaması gerektiğine inanıldı. Kapitalist üretim ile özel tüketim anlayışının sosyal demokrat görüş çerçevesinde uygun olarak algılandığı bir döneme girilmişti.

Artık Avrupa’da sol/sağ ayrımı seçmen için yeterli tanım olmaktan çıktı, artık sınıf ayrımı sona erdi. Avrupa toplumunda meydana gelen bu siyasi kimlik çeşitlenmesi sonucu muhafazakar, otoriter, liberal ve sosyalist gruplar eskinin klasik sol/sağ ayrımını revize etmiş oldu. Seçimlerde artık seçmenin sınıfsal ayrıma göre tercih belirlemesi veya sosyalist/kapitalist gibi klasik ayrımlara gitmesi son buldu. Dolayısıyla sosyal demokrat partiler artık oy deposu olarak görebilecekleri bir işçi sınıfına sahip değildi ve Avrupa toplumları artık sınıf bilinciyle oy verme eğilimini oldukça azalttı.

Yukarıdaki tahlil ışığında görüntü şu ki Türkiye’deki sosyal demokrat anlayış Avrupa’nın çok çok gerisinde kalmıştır ve kendini özellikle son 20 senede hiç yenileyememiştir. Ortak paydada aynı ideolojik görüşe ve ortak dünya görüşüne sahip sahillere sıkışmış seçmene ve orduya sırtını dayayan bu ilkel sosyal demokrat zihniyet artık kökten kazınmalıdır.

Bir sonraki yazımda sosyal demokrasinin gelişimi konusunda Türkiye ve CHP’yi tahlil etmeye çalışacağım.

Herkese başarı ve sağlık dolu günler…

SADIK EMRE ÇAPUTÇU

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı