REKLAMI GEÇ

SİNEMA FİLMLERİNİN İZİNDE İNGİLTERE

10 Ekim 2016 Pazartesi

Thomas Hardy’nin Tess of The Durbervilles’s kitabının çevrildiği ve filmin en hüzünlü sahnesine ev sahipliği yapan Stonehenge’den yazıyorum bugünkü yazımı size. Koyu Katolik prensiplerin kurbanı olan Tess (Nastassja Kinsky) bu büyülü sütunların arasında idam edilmiş ve en sevdiği adama gülümseyerek ve gözlerinin içine bakarak veda etmişti.

Bu dünyanın en ünlü antik neolitik taş sütunları binlerce yıldır insanları büyülemeye devam ediyor ve taşların sırrı çözülmedikçe de hayallerimizi zorlamaya devam edecek gibi görünüyor. Herkes gibi bu muhteşem monolitlerin arasında dolaşıyor, gittikçe daha da sofistike bulduğum neolitik replikaların arasında Tess’in hissettiklerini arıyorum…

Devasa büyüklükteki eski taş sütunlar belki de güneş tapımları için inşa edildi. Anıtların ekseni doğruca güneşin doğuşunu işaret ederken, sanki bir ibadetin parçası gibi ürpertici ve büyüleyici. Yaklaşık 3000 yıllık hendek ve çukur çemberi, ve mavimsi sütunları birbirine bağlayan yosunumsu taşlar 1300 yıldan fazladır tuhaf gizemini koruyor…

İngiltere’nin her santimetresi gizemli ve büyülü gelir bana. Harry Potter’ın, Charles Dickins’ın, Oscar Wilde’ın, Nelson Mandela’nın, Sherlock Holmes’un, Churchill’in, Thomas More’un, şekspir’in yaşadığı ya da öldüğü yer burası. Freud’da nazi katliamından kaçıp, Londra’ya gelmiş ve ölünceye kadar burada yaşamıştı. Sherlock Holmes’un çevrildiği, siyah yosunumsu evlerin sıralandığı dar Londra sokaklarından yürüdükten sonra, evinin kapısında Victoria dönemi, üniformalı bir polis kapıda beklerken, üniformalı bir hizmetçi sizi karşılar. Üst katta Holmes’un ünlü vakalarından bazılarını canlandıran balmumu heykellerin arasında dolaşmak( kötü adam Moriarty dahil) çok eğlencelidir.

Dan Brown’ın “Da Vinci’nin şifresi’nin” çevrildiği ve Tom Hanks’in muhteşem performansı ile, bazı harika sahnelere ev sahipliği yapan Temple Church (Tapınak kilisesi) 12. yüzyılda Tapınak Şövalyeleri için inşa edilmiş, dairesel bir kilise. Kilisenin zemininde şövalyeleri betimleyen figürler yan yana sıralanmış yatıyor gibiler. Tapınak şövalyeleri, hem rahip hem asker oldukları sanılan, haçlı seferlerinde Vatikan’ın hizmetinde kullanılmış, Kudüs’e gidip Grail Tası (Kutsal Kase) denilen, (din ve bilim adamlarına göre değişik söylenceler var) Hz. İsa’nın kemikleri, kutsal kitabın aslı, asıldığında kullanılan kanın biriktiği kase, ona ait bilgilerin yazılı olduğu belgeleri getirmişlerdi. Bir süre sonra, Fransa kralı Filippe Le Bel tarafından bütün şövalyeler için ölüm emri verildi, çoğu yakalanıp katledildi, bir kısmı kaçıp saklandı. Da Vinci’nin Şifresi’nde çoğunu anlatmış Dan Brown ve Vatikan’ın büyük tepkisiyle karşılaşmıştı. Daha sonra özür dileme niteliğinde olacak “Melekler ve Şeytanlar”ı yazmıştı.
Yüzüklerin efendisi filminin genç oyuncusu Elijah Wood’un oynadığı gerilim filminde, Oxford Üniversitesi’nin ünlü profesörlerinden Arthur Seldom ve zeki öğrencisi Martin’in sıra dışı maceraları vardır. Matematiksel sembolleri çözmeye, aklın sınırlarını zorlamaya çalışan ikili, hiç bilmeden bir cinayet öyküsünün ortasına düşerler “Oxford Cinayetleri”nde. Oxford yürüyerek bir kaç saatte gezilebilecek küçücük bir şehir belki ama Cambrige gibi her santimetresi 1000 yıllık olduğu için, haftalarca kalsam bitiremem gibi bir duyguya kapılıyor insan. Bütün şehir üniversiteden ibaret ve her üniversitede bir kilise, şapel ya da katedral var. Onlarca müze ve kütüphane var hepsi en az bin yıllık ve hepsi ücretsiz. Bizim sandığımız gibi bir üniversite değil zaten ne Oxford ne de Cambrige Üniversitesi. Bir kent üniversitesi olan Cambrige ve Oxford’un ana bileşkesi yok. Oxford Üniversitesi 38, Cambrige 31 kolejden (fakülte gibi düşünün) oluşuyor. Harry Potter’ın ve Martin’in izinde dolanıyorum Oxford ve Cambrige’de. Geniş avlular, kolejleri birbirine bağlayan köprüler, Matematik Köprüsü, Ahlar Köprüsü, onlarca gizemli şapel ve daracık geçitler. Harry Potter’ın Oxford’u ve Kate Middleton ile Prenses Diana’nın oğlu Prens William’ın kenti Cambrige…

Prenses Diane demişken, daha 36 yaşında iken gizemli bir şekilde ölen, adına şiirler yazılan, besteler yapılan, kitaplara filmlere konu olmuş trajik hayat hikayesiyle, ingilizlerin sevgilisi olan prensesin ayak izleri Londra’nın her yerinde. Buckingham Palace’ın balkonundan halkı mahçup selamlayışını hatırlıyor, Kensington Palace’da sergilenen görkemli kraliyet kıyafetlerini görüp, kraliyetin karşı çıkmasına rağmen, dışarı çıkıp dolaştığı Kensington Street’te dolaşıyorum, alışveriş yaptığı Beauchamp Place’de takılıyorum biraz. Şimdi bildiğim Diana’ya ve kraliyete ait bazı kötü bilgilere sahip değildim bir zamanlar ve halktan birisi sandığım(!) Diana’yı ben de çok severdim.

1981’de, sadece tek bir TV kanalı olmasına rağmen, Prenses Diana ve Prens Charles’ın düğün törenlerini neredeyse 5-6 saat canlı olarak izlemiş, prensese ve upuzun gelinliğine hayran kalmıştım. St. Paul Katedrali’ni tekrar tekrar dolaştım ve Diana’yı aradım. Çok değil tam 16 yıl sonra( 1997) ise düğününün tam tersine, sessiz sedasız cenaze töreninin yapıldığı Westminster Abbey, ortaçağ mimarisinin görkemli bir örneği olan bu manastır, prensesin cenazesine şahitlik yapıyordu. Birçok taç giyme ve kraliyet törenlerine ev sahipliği yapan 11. yüzyıldan kalma kilise, Diana’nın gidişi ile sessizleşiyordu.

Frank Sinatra’nın “A nightingale sang in Berkeley Square” ( Berkeley meydanında bir bülbül şarkı söyledi) şarkısında olduğu gibi, bugün Londra’nın merkezinde bülbülün şakıdığını duymak olanaksız olsada, her köşede, her meydanda, her metroda gerçek müzik yapan müzisyenlerin sesleri tüm Londra’da çınlıyor…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Adile ÇAKA   -  Bağlantı 17 Mayıs 2022, 09:27

Sizinle İngiltere’yi dolaşmak istedim bir ân!

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı