YOLA YOLCU LAZIM
12 Nisan 2019 Cuma
“Şehirleri nasıl bilirdiniz
Birinin bir sigara paketini ilk defa açmasını
Akşamın karabulutlarla birdenbire çöküşünü
Ve eve ekmeksiz giden babanın ağrısını”
Güzel dizelerden sonra, merhaba diyerek başlayayım yazıma. Bundan böyle, eleştiri ve deneme türündeki yazılarımla ara ara konuğunuz olacağım, söyleşeceğiz. Şüphesiz ki tanışıklıklar biraz utangaçlık barındırır. Benim için bir yayında ilk kez kaleme alacağım yazılar için de bu böyledir. Yaprak yaprak açılmaya, birbirimizin dilinden anlamaya vakit ister, emek ister.
Ancak şu açıdan şanslı olduğumu söyleyebilirim. Denizli Haber’in Kültür Sanat Sayfasındaki ilk yazımda, size hiç de yabancı olmayan bir dostumun, bir yazarın, ve dahi köylümün, Hakan Keysan’ın Mart 2019 basımlı ve son derece eğlenceli kitabı “Yol ve Ötesi” ile merhaba diyeceğim.
Öncelikle baştan söyleyeyim, gezi yazısı türünde kaleme alınmış kitapta on altı ülkeye gidiyorsunuz ve gezi süresi otuz iki gün. Yetmiyor, bu geziye direksiyon hidroliği yağ kaçıran ve her an şimdi kalacaklar yollarda kaygılarıyla tırnaklarınızı yediğiniz bir ruh haliyle tanık oluyorsunuz. Hakan ve Emel, iki çocuklarıyla, kamp alanlarında çadırlarını kura kura tamamlıyorlar madalyayı, hayranlığı ve imrenmeyi hak eden bu tatlı Avrupa gezisini.
Kayboluyorlar:
Kaybolmak, biraz da bizi bizle buluşturan bir içe dönüş”
Öyle ya, her yolculuk kendi içimize de bir yolculuk imgesi taşır hep. Metaforiktir çünkü yolculuklar. Gerçek ve imgesel anlamlarıyla bizi kendimize dışarıdan bakmanın tedirginliğinde buluşturur. Tedirgin eder, yüzleştirir, içimizi burkar. Nihayetinde her an, her biçimde bir büyük yolculuk seyrülseferinde olduğumuzu kafamıza kakar durur. Ancak ah, o hidrolik yağı, acımadan bizi gerçekliğimizin sert zeminlerine döndürüyor…
İpsala’dan çıkış, Yunanistan Alexandrapolis kıyısındaki kampta iki gün kaldıktan sonra Makedonya ve Sırbistan sınırlarını geçip Varna Nehri kıyısındaki çadır kampına ulaşıyorlar. Macaristan-Budapeşte, Estergon Kalesi, Tuna Nehri ve ver elini Polonya, Fransa-Paris, İsviçre, Zürih, İsviçre Alpleri, Hırvatistan-Zagrep, Makedonya-Üsküp, Münih, Berlin, Avusturya-Viyana… Kamp alanlarında kala kala, şehirlerin kalbini geze geze büyülü bir macera yaşıyorlar ve Hakan’ın tüm yaşananları kaleme almasıyla da bizler tanık oluyoruz bu yolculuğa.
Şüphesiz son derece vurucu bölümler var kitapta. Gezi yazıları olarak kaleme alınmakla birlikte gündelik hayata, politikaya, tarihe, sanata, bilime ve kültüre dair yazarının bakış açısıyla harmanlanmış günümüz dünyasına dair önemli saptamaları, tartışma başlıklarını buluyoruz. Yazarın gözünden Avrupa’nın sanatı, gelişmişliği, insan dostu kentleri yanında, kapitalizmin her şeyi metaya dönüştüren hiç sönmeyen iştahı yan yana veriliyor. Aklı hep müzecilik konusunda, serde yazarlık, şairlik ve Emel’in ressamlığı olunca ziyaret edilen şehirlerde müzeleri görmek ekmek, su kadar yaşamsal. Hal böyle olunca adeta bilet basan ve her turisti para kesesi olarak gören zihniyetin kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde birbirinin aynı olduğunu gözlemlemek şaşırtıcı değil.
“Amsterdam ve Hollanda’daki müze turizmi gerçek bir gelir kapısı aslında. Buna düz yolla soygun da demeli. İnsanlığın ortak mirası olan tüm dünya değerlerini yeni kuşaklara aktarırken kazanç mantığının bu denli acımasız olması düşündürücü. Sanata ait olan halka aittir. Halkların değeridir, halkın malıdır. Tüketime sunma konusunda uzman ülkeler buralar. Ürkütücü. Kapitalizm her şeyi paketleyip size satabilir.”
Tabi, buna ek olarak Berlin’deki 175 müzeyi söylemeden geçmemek gerek ve Türkiyeliler olarak müze kültürüyle ilişkimizi de sorgulamak gerek. Berlin’e gittiğimde havaalanındaki Türkçe anons beni şaşırtmıştı. Sonra elbette şaşırdığıma şaşırdım çünkü Türk kökenli nüfusun 2 milyonu geçtiği ikinci İstanbul denilen şehirde bu durum çok doğal. Ancak Hakan’ın tanıklığı ise bizler açısında son derece rahatsız edici, güzelim müzelerde Türkçe rehber ve telekulağın olmaması.
Kitabın bir başka tanıklığı ise Polonya’daki Auschwitz-Birkenau kampları. “Çalışmak Özgürleştirir.” tabelasının kollarını açarak karşıladığı tutsakların çileli ölüm yolculuklarına tanık olmak öyle kolay kaldırılabilir bir durum değil. 2017 yılında Çekoslovakya ziyaretimde ben de bu ağrılı tanıklığı yaşadım. Hakikaten insanlık adına utanç duymanın sonu yok. Kampın duvarlarından size bakan on binlerce yüzün insan gözleri unutulacak gibi değil. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek… Başlangıçta kampa getirilen tutsakların raporları tutuluyor ve fotoğrafları bilgileriyle birlikte saklanıyormuş, ancak ölüm çarkı öylesine devasa bir hâl almış ki bir süre sonra ne bir kayıt ne başka bir şey… Yetişememişler. İnsan öğüten bir fabrika… Korkunç. Benzer utancı ve acıyı Keysan Ailesi de yaşamış…
Kitapta onca gezilip görülmüş güzellik varken merceği Faşist Nazilerin eziyetine tutmak bir tercih elbette ancak bunu bilinçli yapıyorum. Kitabı alın okuyun ve bu büyülü yolculuğa siz de eşlik edin diye.
Kitapla ilgili pek çok not aldım, bunları köşe yazısının sınırları içinde anlatmak pek mümkün değil, ancak bir ufak nokta ve beni çok güldürdü, paylaşmadan edemeyeceğim. Bu uzun Avrupa yolculuğunda yapılan onca kilometre içinde ve bulunan onca kamp alanı ve şehir merkezi arasında navigasyonla özel bir ilişki kurulduğu görülüyor. Öyle ki navigasyon aileden biri olmuş. Türkçe önerisi de var Hakan’ın, “yolbul” diyor. Bence kullanılabilir, bugünden kullanmaya başlayalım mesela. Ancak yine de kısaca aile arasında “navig” demişler.
“İçinde yanlış yollara saptığımız ve onu dinlemediğimizde dahi bize hiç kızmayan nazik bir kadın sesi yaşıyor. Yemeklerimizde bazen onun için de bir çatal kaşık ayırıyoruz desek neredeyse yeridir.”
Her erkeğin hayali deyip bir gülücük atalım ve yazımızı sonlandıralım. Ancak öncesinde bir minik paragrafçık daha ekleyelim: Paris. Hayal şehir. Şehirlerin dokuları, kokuları ve mimarisi bir bütün, yaratılan atmosfer geçmişten bugüne bir köprü. Hakan’ın gezi izlenimlerinde ise haklı olarak hep bir leitmotif olarak kapitalizm eleştirisi var. Ne Batı hayranlığı ile ağzı bir karış açık ne de yalnız ve güzel ülkemize karşı eleştirisinde acımasız. Tam bir yurtseverce bakış, tam bir dünya insanı…
Paris deyince, Sacre Cour ve Komünarlar’a geniş bir parantez açmış Hakan. “Bu kocaman şehri tepede gören Sacre Cour kilisesi için burası Paris Komünarlarının 1871’de katledildiği simgesel bir yerdir.” diyor. “Bu kilisenin yapılmasının altındaki derin anlam ve komünarlara duyulan öfke, Sacre Core’ün “kutsal kalbi”nin altında yatan monarşik düzenin koşulsuz egemenliğidir.” diye de ekliyor.
Ve Paris’te bir şair dostu İbrahim Deniz ile buluşuyor. Dünya o kadar da büyük değil, ne dersiniz? Gidemesek de, göremesek de iyi ki kitaplar var. İyi ki Yol ve Ötesi’ni kaleme almış Hakan Keysan…
“Kanat sesleri ile imbat
Sabahın kalktığı ilk yerdedir
Git artık durulmaz bir özlemin peşinde
Ne kaldı ki gök ve yağmurdan başka?” (İbrahim Deniz Aslan)