REKLAMI GEÇ

HASAN ALİ TOPTAŞ TÜRKÇE ÖĞRENİLECEK KADAR ÖNEMLİ!

11 Ekim 2019 Cuma

Denizli entelektüel yaşamı garip bir kabuk bağlama hadisesiyle karşı karşıya. Bu hep böyle miydi? Yakın geçmişe dair anlatılanlara bakılırsa pek sayılmaz. Yaklaşık 20 yıl önceye kadar canlı, harıl harıl devam eden bir etkililik göstermekteymiş. 1980’li yıllarla birlikte başlamış bu süreç. Sonraları iletişim zayıflamış, birlikte sürdürülen entelektüel faaliyetler giderek sönümlenmiş.

Benim, kente geldiğin 2000’lerin başından itibaren nasıl bir ortam yaşandığını az-çok tasvir etme imkanım var. Zaten hayli çorak, renksiz ve anti-entelektüel bir ülkeye dönüşüyorken, Denizli bu durumdan muaf olacak değildi. İktidarların yönetim tercihi, bu tercihlerin yerel yönetimlerin üslubuna dönüşmesi doğal olarak renksizliğin kaynağı olageldi.

Zaman, talebi de, arzı da belirleyen en önemli faktör. Sözünü ettiğim zaman dilimi 20 yıl. Neler yaşanmadı bu zaman içinde. Kentin entelektüel kesiminde ‘kabuk bağlama’ hadisesi bu zaman mefhumunun içinde oldu. Önce tiyatro-konser gibi gösterim sanatlarında hazan yaprakları döküldü. Sonra kitap ve yayıncılık olgusu enerjisini tüketti. İnsanların heyecanı kalmadı, bir arada ve paylaşma dürtüsüyle sürdürülen ortak faaliyetler, sosyal medyanın yıkıcı etkisinde dağılıverdi.

Bir gün baktık ki, her şey hızla marjinalleşiyor. Düşünce iklimi, değişen iktidar ve siyasal arzularının dümenine kapılmış, öteden ısınıyor. Ötekileşme metaforu, kültürel kimliği ha bire hırpalıyor. Sahici olan yerini “mış gibi” olana bırakıyor. Örnek mi? Alın PAÜ girişindeki “Denizli Devlet Tiyatrosu” lehasını. Ortada ne tiyatro var, ne oyun, ne de oyuncu. Sadece PAÜ Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesine ait, kentli bir hayırseverin armağan ettiği dört başı mamur sahne var. O da Devlet Tiyatrosunun malı falan değil.

Geçelim, geçerken Merkezefendi Belediyesinin “Kitap Günleri” etkinliğini bir de keçiboynuzu tadında böyle bir kültür ortamından geçiyorken değerlendirelim. Etkinliğe ve mekânsal paylaşıma dair eleştirileri kendi rüşt ispatının penceresinden savurup duranların, hangi arzuların pençesinde kıvranmakta olduklarına dönüp bir bakalım.

HASAN ALİ TOPTAŞ’I DİNLEMENİN KEYFİ
Ulusal edebiyatın son 30 yıl içinde ne çok okunan yazarlarından Hasan Ali Toptaş’ı hiç yakından dinlediniz mi? sohbetine tanık oldunuz mu veya bir sahneden size seslendiği oldu mu?

Yıllar önce, 2009 yılında Kent ve Sanat Dergisi’nde yayımladığımız orta uzunlukta bir söyleşiden sonra görüşmemiştik. O söyleşi bizim açımızdan oldukça keyifli ama o kadar da entelektüel çıtası yüksek bir görüşmeydi. Araya on yıl girmiş. İki yıl önce Denizli Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği kitap fuarında “Onur Konuğu” olarak davetliydi. Ancak ne hikmetse orada da görüşme fırsatı yakalayamamıştık.

Bu kez Merkezefendi Kitap Günleri etkinliğinde yapacağı imza öncesi, Mustafa Kaynak Anadolu Lisesi söyleşisinde karşılaştık.

Nasıl karşılaştık, neler konuştuk faslını geçelim. Çok fazla konuşma fırsatımız olmadı doğrusu. Çünkü okulda öğrencilerle söyleşi yapmaya hazırlanıyordu, başkaca şeyler konuşmak, sohbet etmek için uygun değildi.

HASAN ALİ TOPTAŞ’I EDEBİYATLA SINAMAK
“Ben çok heyecanlı biriyim aslında kalabalık karşısında nasıl konuşacağımı, elimi kolumu nasıl tutacağımı, bakışımı nereye yöneteceğimi bilemem. Heyecanımı kolay kolay yenemem.”
Söyleşi bu sözcüklerle başladı.

Hasan Ali Toptaş’ı yakından tanıyanlar bilir, yazar kendisini konuşma özürlü olarak tarif eder. Dinleyici karşısından çok rahat değildir. Haddinden fazla heyecanlanır. Heyecanını bastırmak için birkaç soru ve cevaplık zamana ihtiyaç duyar.

Bu kez de öyle oldu. Bir hayli heyecanlı başladı ve bir süre o heyecanla konuşmaya devam etti.
Öğrencilerin zekice sorularının terlettiği yazarla söyleşi yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Sonuna kadar dolu kalan salonda öğrenci-öğretmen, herkes pür dikkat yazarı dinledi. Soruların hemen hemen tümü öğrencilerden geldi. Kimisi yazarlığını sorguladı, kimisi edebiyatı seçişini, kimisi de yasam ve yazmak arasındaki ilişkiye nasıl baktığını soruya döktü.

HASAN ALİ TOPTAŞ’IN KELİMELERİ
Yazarın öğrenciler tarafından yöneltilen sorulara verdiği yanıtlardan bazılarını özetleyelim:
“insan kendi hayatından da bazı şeyleri romanına koyabilir. Ama bu o romana katılmadıkça, o romanın içinde erimedikçe, bizim olarak kaldığı sürece o romana zarar verir. Romana koyduğumuz kendi hayatımızın parçalarını bile bizim olmaktan çıkarmak zorundayız.”

“Gölgesizler işittiğim birkaç hikayeden yola çıkarak oluşturduğum bir roman. Onu yazdığım yılları hatırlayınca nasıl bir trans halinde yazdığımı biliyorum. Kendimden geçercesine, ne yaptığımı da bilmeden yazıyorum.”

Algemein Zeitung yazarı gazeteci: “Hasan Ali Toptaş, Türkçe öğrenmeyi gerektirecek kadar önemli bir edebiyatçı.”
“Benim bütün beslenme kaynaklarım taşra. Ayrıca taşrayı hakikaten çok seviyorum.”

“Gölgesizler romanım mekan olarak köyde geçer ama onu ters yüz eden, ona son noktayı koyan, köye farklı bir bakış getiren bir roman.”

“İzmir’de bir dergi, hep anlatırım, şükranla ve minnetle anarım, Hüseyin Yurttaş’ın çıkardığı Dönemeç dergisi. ‘Artık benim öykülerimi neden yayınlamıyorsunuz’ diye Hüseyin beyin bürosuna gittim ben… Hüseyin abi o gün bana dedi ki: “Hasan Ali istersen senin adını çıkaralım Bekir Yıldız yazalım oraya. Bekir Yıldız’ın bile kendisi zor anlar bu öyküyü” dedi “aynen onun gibi yazıyorsun.” İyi ki yayınlamamış, yayınlasaydı ben ‘evet artık öykülerim yayınlanıyor demek ki ben iyi yazıyorum’ duygusuna kapılabilir ve çok zaman kaybedebilirdim.”
“Ama bir yazara benzemekten korkmayın. Bir yerden başlamanız gerekiyor çünkü.”

İMZA KUYRUĞUNDA BEKLEMEK
Söyleşi sonrası Toptaş’ın Kitap Günleri çadırına götürdük. Yazarı bekleyen onca okuru yayınevi standı önünde kuyruğa girmiş, kendisini beklemekteydi. İmzaya oturdu, kuyruk bir anda uzayıverdi. Gelsin de bakarız diyenler bir anda kuyruğa eklenivermişti.

Kendisini okurlarıyla baş başa bırakıp ayrıldığımızda, başını kaşıyacak zaman bulamayacak kadar yoğundu.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı