REKLAMI GEÇ

VE ASİYE … VE AYŞE

22 Ekim 2019 Salı

Sonbahar gelince yaprakların dökülmesinin verdiği his midir yoksa erken inen akşamlar mıdır bilmem kendimle hasbıhal gelir oturur. Kendimle dediysem lafın gelişi… Aslında dehşetli özlediğim; artık göremediğim ölülerimle söyleşirim daha çok… Hayattayken onlar sohbetlerimiz yarım kalmış belli ki… Ya da tadına hiç mi hiç doyulmamıştır.

Babam vardır, buruk bir gönül yangınıyla çığlık çığlığa yüreğimde. Çok olmuştur göçeli ancak dün gibi gelir. Işıltılı bir ilkbahar resmidir babam. Rengârenk bir bahçede oturmuş bahçe sulayan beni izler sevgiyle. Güllerin arasından gülümserim babama, şefkat nasıl ete kemiğe bürünmüşse öyledir o bakışlar, öyledir babam işte. Hiç geçmiş zaman olur mu? Omuz başımda, daima yanımda Tarih Öğretmeni Hilmi Hoca.

Bir filmde idi sanırım. Not etmişim: Hayat hatıradır; unutursan ölürsün… Ne kadar da doğru, derinimiz ne kadar çağlayansa, ne kadar birikmişse… Bir de Behçet Necatigil uzaktan el eder; alçakgönüllü sesi usul usul yüreğin köşelerine işler:

“Yemeden olmuyor / Yapılara, yakıtlara, taşıtlara /Ödemeden / Yememize ne kaldı? // Sıcak durulmuyor / Otur oturduğun yerde / Geçsin bu gün de gidersiz / Geçmemize ne kaldı? // Vurulsa yüzdeye / Kaçta kaç yaşamak / Bir şeyler görmeye / Görmemize ne kaldı?”

Hüzünlü bir şiir Behçet Necatigil’inki. Ama iri laf etmeden, alçakgönüllüce, doğallığın yalınlığı içinde, bir şiir coğrafyası sunuyor. Necatigil şiiri söz konusu olunca evler, o evler içinde tutkun ama silik adamlar, söylenememiş sözler, başı önce onurlu insanlar komşunuz olur.

Ev hikâyesi deyince bana bambaşka bir öfke zıpkın gibi saplanır. Büyükanneannemi anımsarım. Annemin anneannesi yani. Ayşe Hatipoğlu’dur adı. 103 yaşında kaybetmişizdir. Geçmiş zamanın kafa kağıtları kimbilir, eksiği yok ama fazlası olabilir. Ev deyince, Behçet Necatigil deyince, yılların izlerini taşıyan damarlı ellerin hiç bırakmadığı orta boy kalın fitilli bezden çantasıyla Büyükanneannemin imgesi gelir. Trajik hikâyedir. Bu çınara üvey çocuklarının reva gördüğü doksanlı yaşlarının sonunda evsiz ve köksüz bırakmak olmuştur. Ne profesörler, ne doktorlar, ne insanlar gördüm aslında haptan küçüktüler, dizelerini yazsam yeridir.

Hikâye bildiktir. Bir genç kadın ve iki kız çocuğun üstüne gelen kumadır başlangıcı. Her iki kadının trajiktir öyküsü aslında. Kumacık genç yaşında ölünce kalan beşikte bebeler dahil, oğlan hasretinin erittiği genç kadın çocukları bağrına basar; ancak ölene kadar üstüne kuma getiren kocasına kapısını kilitler… Öfkesi, kırgınlığı geçmez ama zorunlu çocuklarını özellikle tarihsel ezilmişlik ve erkek çocuk dayatmasının verdiği refleksle çok sever, çok gururlanır.

Yazık ki, bu ulu çınar ileri yaşlarında evinden ve köyünden edilmiş, tüm ömrünü tüm anılarını, tüm hayallerini ve hayal kırıklıklarını bu bezden çantaya sığıştırmıştır. Elinden hiç bırakmaz, yanından hiç eksik etmezdi içine evini sığdırdığı çantasını büyükanneanneciğim. Ne hikayeler anlatırdı geçmişe, geçmiş yaşantılara dair, ölümüne kadar dimdikti, hiç aklı karışmadı, hiç yaşlanmadı, 103 yaşında güzel bir genç kadın olarak bazen torunu annem ve bazen damada rağmen (Anadolu’da damadın evine gidilmez ya hani) kızı Asiye’nin yanında kalarak, hikâyelerini torunlarının torunlarıyla paylaşarak yaşama veda etti. Özleniyor…

İnsan insanın kurdu mudur hakikaten? Bir ulu çınarı kırgın uğurlamaya hangi hırs bu denli heveskâr kılar insanı?

İşte bu hikâyede anneannem iki kız çocuğundan biridir. Ne tatlıdır, ne cabbar, ne mücadeleci… Onun hikâyesine de Turgay Fişekçi’nin Hüzün Adlı Kız Çocuğuna şiiri eşlik eder bence…

“Yavrucuğum annen seni / Yerleştirdiğinde içine / Bakla tarlasında ipekten bir sarı ottu // -Bir ağacın üzerinde izlerdim onu / Üzerinde kundak bezi mi / İlkokul önlüğü mü belirsiz giysisi / Altında çiçek sapları bir çift eğri bacak / Beyaz yakasının ortasında uysal başı papaya- // Bir avuç su damlasıydı /Güneş ve rüzgarla / Altın oldu // Annen özgürlüksüz bir dünyada yaşadı yavrucuğum / Saçları kesildi / Anahtarı yalnız kendisinde olan bir evi hiç olmadı / Belki bundan, sessizlik ve geceden korktu // (…) Ben annenin karşısında hep yalnızdım Hüzün’cüğüm / Anneni sevdiğim için acı çektim / Veremli bir cam işçisinin üflediği kanla boyanan çeşmibülbül gibi / Sonsuz renkliliğinde sevgimizin / Kanımın kızıllığı parlardı / Gün geldi, yalnızlığın onuru, insanlığın onursuzluğu oldu.”

Anneannem de şiirler yazdı, onun da ceplerinde tonla hikâye vardı, kahve falları bakardı, şendi ancak başka bir zaman ve mekânda ya da başka bir nesnellikte yaşasa nasıl bir hayatı olurdu hep düşünürüm, merak ederim; idolümdür.
Hayat hatıradır; unutursan ölürsün…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı