REKLAMI GEÇ

ACIDAN GEÇMEYEN ŞİİRLER ÖKSÜZ ÖLÜRLER

22 Nisan 2019 Pazartesi

Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir diyor Sezen “Gidemem “ şarkısında.
Acının içinden çıkmayan şiirler de biraz eksiktir.

Acı, şiirin en lezzetli baharatı…
İlk dizeyle birlikte, önce göze şöyle bir çiy serpip, dışarı çıkamadan genize doğru kayan, oradan yüreği ve mideyi aynı anda kavuran, kavrayan sıcak bir acı. Her okuyanın kendi derecesini belirlediği bir cehennem duvarı.

Hüzün, acının yenibaharı, eşlikçisi…
İçini yakanı karşıya ulaştırmak mı, bulaştırarak paylaşmaya çalışmak mı, dışarı atıp kurtulmak mı?

İşte öyle bir çekim alanı, acının çemberinden atlayan, belki de çembere sıkışıp kalan şiirler…

Hele bir dişinin yüreğinden kızıl kor damlayıp, kendi gölünde boğulan şiirler..
Kelebek ömrü kadar ömürlere kazınmış, zamansız, mekansız, boyutsuz dizeler.
Yaşamaya başlarken daha, ayaklarının yönü ölüme dönük dişil dizeler…

Yok, fazla feminist taraf olmayacağım düşündüğünüz gibi. Ama inkâr edilmez, pek çok acı şiir reçetesinin erkekler tarafından yazılmış olması!

Füruğ Feruhzad’ın, yirmili yaşlarında, ellilerin İran’ında inanılmaz bir cesaretle eşinden boşanması ve özgürlüğünün bedeli olarak, bir yaşındaki oğlunu ölümüne kadar bir daha görememesi, şiirine evrensel acı lezzeti katmış bir eril reçete değil midir?

Otuz üç yıllık tazecik bir ömrü bitirmeyi iple çekmek, fırından yeni çıkmış sıcak bir ekmek gibi ömrü hızla ve çabucak soğumadan tüketmek için telaş göstermek. Nefes almadan içindekileri dizelere döküp, kalan son susam tanelerini de parmak uçlarıyla toplamak…

gidiyorum; yorgun, solgun, ağlamaklı
viraneme doğru
sizin şehrinizden Tanrı’ya götürüyorum
perişan ve divane gönlümü
***
Acının tezgahından geçmek, hep erkeklerle olmuyor illa ki.
Bazen ölmeye doğuyor şairler. Kırılgan, naif, incecik bir kadeh gibi sırçadan.
Onlara her dokunan şey bir tarafını kırıyor kadehin. İçine koydukları hayat şarabı ağır geliyor belki de, belleri bükülüveriyor.

Onlar bu dünyaya ait değiller zannımca.
“Bir bakıp çıkmaya” giriyorlar; aradıkları burada değil, görüyorlar ve arkalarına bakmadan çekip gidiyorlar.

Giderken ruhumuza çengelli soru işaretlerini iğneleyip, bırakıyorlar…
***
Otuzsekiz yaşındaki anneyi 13 yaşındayken kaybetmek, annesizliği üvey anne ile katmerlemek, babayı affedememek, bir çukuru ardında bırakıp kaçmak isterken, önündeki çukura düşmek. Baba evinden kaçıp, koca evine yakalanmak ve bir türlü temizlenmeyen kırık çocukluğun tozları. Ve annenin kaderini paylaşıp aynı yaşlarda aynı hastalıktan dünyayı terk etmek. Kendini kaybedebilmek için bir ara tesettüre girmek…

Didem Madak’ın kuş kadar ömrüne damlattığı kırmızı; sende, bende, onda bütünlenip, tastamam bir şiir olmadı mı?

“Ben acılarımın başını
Evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi? Ben işte istedim bayım.”
***
Ölmeye dikilmiş bir fidandı sanki Nilgün Marmara. Manik depresif kurgulanmıştı onun rolü hayata gönderilirken. Sığmıyordu dünyaya ruhu, hayat da hep arkasından gelip, yetişemiyordu acelesine. Ne fikrine, ne zikrine uyuyordu hayat. Bir an evvel kova kova şiir dökmeli başından, guslünü alıp gitmeliydi. Ve öyle yaptı. Otuz yaşında, pencereden salıverdi ruhunu, bedenini taşlara bırakırken…
***
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
veda edeceğim
***
ey iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!
***
Belki de Nilgün Marmara’nın erken gidişine selef olmuş kişiydi Silvia Plath.
Aynı bungun gönül onda da vardı. İntihara meyilli manik depresif ruhu, intihara meyilli sözcükleri kaleminden aşağı itiyordu yaz yağmuru gibi. Hepi topu otuz yıl atabildi o sözcükleri, sonra o güzel kafasını, içindeki sözcük artıklarını da sıyırıp, fırına sürdü… O sözcükler edebiyat kalesinin burçlarından biri oldu sonra. Ve biz oraya çıkıp, ruhumuzu uçurduk onunla…
***
Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.

Bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme.
Otuzundayım daha.
Kedi gibi dokuz canım var hem de.

Bununla üç etti.
Ne pis iş bu
Silip, yok etmek her on yılı böyle.
***
Acıyı imbiklerinden süzmek için, kendilerinde toplamış kadınlar…
Dokundukça insanın ağzını, burnunu yakan yap-boz parçalarından ibaret onların hayatları. Eline aldığında nereye oturtacağını bilemediğin, ancak şiirlerini okudukça tamamlayabildiğin bir yap-bozun parçaları.

Acıdan geçmeyen şiirler, öksüz ölürler…

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı