REKLAMI GEÇ

AYDA BİR ÖLÇEK İSTANBUL

23 Aralık 2019 Pazartesi

Hayatın sırtıma yüklenmekten bıkmasından mı, uğraşacak başka birilerini bulup beni unutmasından mı bilmem, bir süredir beni rahat bırakıyor. Bazen bahtımın elmasını kızartıp ödüllendirerek, bazen yüreğimin dibinde ölümlendirip hançerle kazıyarak, omzumdaki yüklerin bir kısmını aldı ömür denen üç uzun gün. Hançerin izi kalıcı, içimden bakınca hep görünüyor, estetik ihtimali yok.

Alışıyorum bu izle yaşamaya, o da yaşamanın yakışığı, kabullenişin rozeti olsun.

İşte böyle biraz hafiflemiş omuzlarımı şimdilerde alıp alıp İstanbul’a götürmeye başladım. Malum evlat okumakta oralarda. Onu ziyaret maksadım, annelik güdüleriyle, anne yemeği yapmak, derleyip toplamak, koyun koyuna yatmak, hasrete bir sıfır galip gelmek aslında.

Bu omuz gezdirmeler neredeyse ayda bir sıklığa ulaşınca, evlatta da bir anneyi gezdirme telaşı baş gösterdi.

Önce sahiller, kafeler, değişik lezzetler ön plandaydı. Yavaş yavaş, görülecek neresi var, bu hafta hangi müze, hangi sergi cümleleri düşer oldu dilinden.

Biz ana-oğul her gelişimde bir müze, bir sergi, bir kasır gibi gezme turları planlarken bulduk kendimizi.
Gençler durduk yere;

“Ay bi Ayasofya mı yapsak kanka? “ demiyorlar tabii ki. Ama anneyi gezdirmek, yeterince kuvvetli bir sebep bu türden kültür gezileri için.

Velhasıl her gelişimde farklı bir sanat etkinliğini ziyaret etmek benim de boşalan depomu doldurur oldu.

Denizli’de yaşamayı seviyorum, memleketim çok rahat, kolay bir yaşam alanına sahip. Hele İstanbul’dan dönüşte çok daha iyi anlıyorum bunu. Bu insana zaman kazandıran rahat yaşamın içinde, hasbelkader sanatın da bir ucundan amatör ruhla tutmaya çalışıyoruz. Dar alanda paslaşmalar kıvamında olsa da, yine de sanatla uğraşılıyor memleketimde. Bir sanatsal hareket her zaman var, pek çok taşra kentine bakıldığında. Ömrünü bu işe adamış sanatçılarımız da var, yok değil. Lakin işte belki de fazla rahat yaşamdan dolayı, bir süre sonra, mühendislikte, “ işletme körü” dediğimiz olguyla karşılaşıyor insan. Bu ne demek derseniz, yani sürekli işletmenin içinde kaldığınızda, dışarı çıkıp yukarıdan bakmadığınızda, işletme içindeki tüm aksaklıklar size normal görünür, kanıksarsınız. Her şey iyi gidiyor sanırsınız.

Bu da bir süre sonra işletmeyi geriye götürür. Zamanında düzeltemediğiniz için de iflasa sürüklenirsiniz.

Hah işte tam da bu Denizli’deki sanat anlayışına olan şey. Hep kendi içimizde kaldığımızda, körlerle sağırlar birbirini ağırlar hale geliyoruz. Her yapılan resmi Van Gogh’un tarlasından dökülmüş ayçiçekleri, her yazılan şiiri Cemal Süreya’nın uçan kuşlarından biri, her yazılan yazıyı Oğuz Atay’ın tutunamayıp düşmüş bir paragrafı sanıyoruz.
Bilmedikçe, bildiğimizi düşünüyoruz. Bir şey olabilmek için, önce hiçbir şey olduğumuzu fark etmemiz gerektiğini göremiyoruz.

Gayretimiz, balon olup uçmuş egomuzun peşine takılıp balonun patladığı yerde sönüyor.

Keşke, yılda birkaç kez olsun, bir planlama yapılsa da, İstanbul’a ya da özel sanat etkinliklerinin yer aldığı şehirlere sanat turları düzenlense. Sanatın bir ucuna bulaşmış insanlarımız bir arada bu gezilere katılsa ne güzel olmaz mı?

Yani sen, ben çekişmesini bir kenara bıraksak da, en olmayı şöyle kenara koysak da biz olarak, el birlik Denizli’nin sanat çıtasını yükseltsek! Söylerken bile kulağımın hoşuna gitti.

Velhasıl, bu evlat gezileri bana çok iyi geldi.

Bu gelişimde de İstanbul Modern Sanat Müzesi’ni gezdik. Pek çok şahane eser vardı görülmeye değer. Bunların içinde iki sanatçı çok derinden etkiledi beni.

Biri şair, gazeteci ve fotoğrafçı Lütfi Özkök’ün Portreler fotoğraf sergisi.

1950’lerden 1990’ların sonuna kadar fotoğraflarını çektiği 80 sanatçının portrelerinin yer aldığı sergi. Hangi birini söyleyeyim, Aragon’dan, Jorge Luis Borges’den tutun Nazım Hikmet’e, Melih Cevdet Anday’dan Samuel Beckett’e, Ecevit’ten Pablo Neruda’ya 80 muhteşem isim. Hepsiyle göz göze geliyorsunuz, sanki onlarla o yıllarda yaşıyorsunuz da, az sonra kahve içeceksiniz karşılıklı, öyle bir his bırakıyor fotoğraflar.

Ayrıca Lütfi Özkök’ün Yeditepe dergisinde ünlü edebiyatçılarla yaptığı röportajların bulunduğu sayılar, el yazısıyla aldığı notlar, kendi şiir kitapları da bir camekânın içinde sergileniyor.

Diğeri ise, Canan Tolon’un yansımalar ve kırılmalar üzerine kurguladığı hem tablolarının, hem de aynalar, ahşap, ot, kumaş, metal, cam gibi pek çok malzemeyle oluşturduğu enstalasyon çalışmalarının yer aldığı Sen Söyle isimli sergisi idi.

Eserleri izlerken, fotoğraf mı, resim mi, gerçek mi, yanılsama mı sorularıyla boğuşup duruyorsunuz.

Sürekli bir sorgulama hali zihninizi tatlı tatlı yoruyor. Kendi kırılma noktalarınızı, bir anda yön değiştiren hayatınızı, ölümü, yaşamı, siyah- beyazın içindeki uçuk gülkurusu rengi, dört tarafınızı kaplayan yansımalardan oluşan duvarların içinde yalnızlığınızı görüyorsunuz.

Aslında 50 cm olan bir çimen öbeğinin, yansımalarla nasıl yüzlerce metrelik bir yeşil yol haline geldiğini ya da 7-8 basamaklı bir merdivenin nasıl dört tarafımızı kaplayan sayısız merdivenler oluverdiğini gördüğümüzde (sandığımızda), aslında belki de kendimizi sanrılarla nasıl da büyüttüğümüzü gösteriyor bize Canan Tolon.

Çevrenin, doğanın bozulmasını da çarpıcı şekilde gözümüze sokuyor. Çok başka bir farkındalığı var ve bu farkındalığı karşıya yüzde yüz aktarmayı başarıyor.

Eserlerin yanlarında, kendi cümleleriyle bakış açısını anlattığı çok etkileyici yazıları da yer alıyor. Fırçası kadar kaleminin de kuvvetli olduğunu buradan anlıyoruz. Birinde şöyle diyor;

“Çürümeden ziyade, hayatla ve hayatın varlığının meydana getirdiği dönüşümle ilgileniyorum. Odak noktam ister doğada, ister iç mekânda, ister sanayi ortamında olsun, çevrenin genel olarak bozulmasıdır. Yıkım beni özel olarak esinlendirmiyor, daha çok, herhangi bir fiziksel maddede var olan, yıkımla yapım arasındaki dengeleyici hareket ile ilgileniyorum. Üstünde durduğum maddenin etkisi ve tepkisi, onun direnen davranışıdır. Çalışmalarımda çürüme ilk adımdır; başka bir deyişle yapıtım çürüme oluşunca başlar ve bazen ne zaman sona ereceği hakkında hiçbir fikrim olmaz.”

Gittim, gördüm, düşündüm, geldim. Aynı ben miyim, kesinlikle hayır!

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı