REKLAMI GEÇ

HAYAT MI EVE SIĞMAYAN

12 Ekim 2020 Pazartesi

Evde kal, hayatta kal!

Ev-de kal,

Ha-yat-ta kal!

Hayatta kalmak derken gülümsedim J

Bizim buralarda müstakil evlerde, bütün odaların açıldığı girişteki alana HAYAT derler.

Yani bütün hayatlar o Hayata dökülür.

Yani bu durumda hayatta kalmakla, evde kalmak aynı anlama geliyor. Hah yine cümlelerin ipinde gezinirken, masum bir cambazlıkla yakaladım kalabalık bir kelimeyi.

İşte bizim evlerde artık hayat yok ya, yani tek kat ya, öyle biraz daraş, biraz sıkkın, az açık alan, alçak tavan, yüksek fakat menzili az manzara, bir avuç gökyüzü, sıfır toprak, çok elektrik yükü ya, işte mecburi evde kalışlarda, tıkanık ruh halimi en iyi çözümleyen kitaplar da tıkanık ruhlarını, kalemlerinin ucunda açmaya çalışan yazarlardan oluyor hep.

Tesadüf mü, yok ki öyle bir şey! Hepsi, benden gizli haberleşip, gözlerime doluşuyorlar, dışardan içim daha net görünüyor çünkü.

 Tomris Uyar’ın Metal Yorgunu sözcükleri bir fotoğrafta bir dizin üstündeki ele “ bir vaz geçmişlik içinde dizime bırakışım…” ceketini giydirirken hayli üşümüş bir cümlede, bir denizciye de “yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon” üniformasını giydiriyor omuzlarına “yaşamak, gitmek demek onun için…” pırpırlarını takarak.

Öyle sallan, yuvarlan, peşinde dolanırken Tomris’in, sanki basit ve çok sade cümle kurmamdan korkarmış gibi Oğuz Atay tutuyor paçamdan, yüzüme karşı Tehlikeli Oyunlar çevirerek. Ben de Tutunamayıp düşüyorum tabii harf sarmalının içinde, dolanıp kalıyorum. Şöyle şöyle kelime grupları cümleten zihnimi ateşliyorlar, artık hayatsız evlere sığdırılmaya çalışan hayata KATlanabileyim diye;

 “Evde yürürlükte olan durgunluğu, kitap okunmamasına ve Sevgi’nin güzel bir porselen gibi divanın üstünde tozlanmasına bağladı!”

Hep evde olunca şaşırmayı özlüyor insan haliyle. İşte bu yüzden şaşırmayı hatırlamaya okuyorum bu kitapları. İçlerindeki dehlizlerde kayboluyorum, her köşeden başka bir sürpriz cümle kafamın içinde bir ünlem çakıyor. Oh yine şaşırdım diyorum,  gözlerimi çok uzaklardan gelen Uzakdoğulu genlerimin çekikliğinden kurtarmaya çalışarak.

Tam artık oyunları kavramaya başladım, nerede tehlike var biliyorum derken, hoop ters köşeye yatırıyorlar beni, tanımaya başladığım mahallenin, zihnimden kaçmış gizli sokaklarının birindeki, kaç cümle önce unutulmuş bir yaşlı evin kucağında.

Yaşlı dedim değil mi, evet ya yaşlı olmanın, ölmeye mecburi bir sebep sayıldığı şu anlam yoksunu günlerde yine bir metal yorgunu cümle hatırlamakta fayda görmesem de, aklıma geldi kendiliğinden. Cümleler faydacılık felsefesini bilmezler, onlar akıllarına estiği gibi, kapıyı tıklatmadan, destursuzca sokulurlar zihne. İşte öyle sokuldu şu cümle sessiz adımlarla canımı yakarak zihnimin kıpırdak kıvrımlarına;

 “Siz bu güneş nedir bilmeyen izbe otelleri bilmezsiniz efendi oğlum. Loş sofalarda karşılaşan ihtiyarlar birbirleriyle nasıl utanarak selamlaşır. Dünyada kimse onları istemiyor gibidir. Sabah kahvaltısında geceden sağ çıkanların dökümünü nasıl telaşla yaparlar, bilemezsiniz. Biri sofraya gelmese, kimse gidip odasına bakmak istemez! Dünyanın her yerinde bir aileyiz biz !”

Nasıl tanıdık, nasıl babam koktu bir anda ki gitmeden önceki aylarda hep gitmek üzerine kurdu gözlerinden geçen cümleleri. İşe yaramamaktan dem vururdu.

Sahi yaşamak için illa işe yaramak mı gerekir? Hayat bir görev midir? Sadece sevgi yaymak, varlığıyla ışık saçmak ödemez mi nefes almanın bedelini?

Böyle hafif sıyrıklarla atlattığım bazı cümlelerin saldırısından sonra tam bir soluklanayım derken soldan soldan dürttü ruhumu Hasanım Ali Toptaş, Gölgesiz Uykuların Doğusundan kopup gelen harflerini silah gibi kullanarak, VURULDUM, AHH!

Tutuklayın şu paragrafı ;

“Muhtar avluyu yeniden taradı gözleriyle. O her şeyin mutlaka bir iz bırakacağına inanıyordu, izsiz şey olmazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde. Güvercin, tahta merdivenleri hiç çıkmamış, kümesin önünde yem tasını unutmamış, güneşli günlerde kağnı tekerleğine sırtını verip dantel işlememiş, pencere camına burnunu gömüp of çekmemiş ya da altın sarısı saçlarını sarkıtarak eğilip sokağa bakmamış  gibi, ardındaki her şeyi silerek kaybolamazdı. Buralarda bir yerde izler olmalıydı, en azından onu iten ya da çekip götüren neyse onun  izleri…Farklı eksikliklerin içine gizlenmiş bir fazlalık belki, bir eksiklik. Bu, bir boşluk bile olabilirdi.”

Kalktım vurulup düştüğüm yerden, üstümü silkeledim, yaram ağır değildi, ölmediğim sürece bu sıyrıklar bende tiryakilik yaratıyordu, zihnime sado- mazoist eziyetlerde bulunuyordum. Ve bu sayede sıkkın, daraş sokaklarında zihnimin çıkış yolunu bulabiliyordum hayatsız minik katımda.

Ve böylece utanmıyordum aldığım yaşlardan bedelini yıllar önce yaşayamadıklarımla ödediğim!

GÜN BATIMI

Yaşadığımız,
belki de öyle sandığımız yıllar,
kalabalığa karışırken,
tenhalaşıyor etrafımız.
Tam kendimiz olmuşken,
yalanlar artık hükümsüz,
içimiz dışımız bir
muhabbet sansürsüzken,
seyreliyor dost safımız..
Azrail hep mi açtır böyle,
yoksa hayat mı insafsız!
Erken vakitlerde üzmez bizi yalnızlığımız,
sayı çokluğunda farkına varamadığımız.
Ve güneşin battığı demde,
eksildikçe masada kadeh tokuşturanlar,
düşünür gibi sıramızı, uzaklara susarız

çabucak tükenmesini umarak aksak günlerin
belki de artık yaşamakta mana bulamadığımız…

 

 

 

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı