REKLAMI GEÇ

FAŞİZM VE TOTALİTARİZM!

26 Ocak 2018 Cuma

Dünya totaliter yönetimlerin arka arkaya iktidarları devraldığı bir çevrimden geçiyor. Beraberinde faşist ideolojileriyle iktidara talip olanların sayısı çoğalıyor. Siyasal yönetimler, yitirdikleri toplumsal güveni yeniden tesis edebilmek için güçlenen faşist ideolojilerden ödünç alınmış uygulama yöntemlerine prim vermekten çekinmiyorlar. Bir yandan açlık ve yoksulluk küresel çapta hızlı yükselişini kesmezken, statükoyu koruma peşindeki iktidar seçkinleri kendilerini güvenceye alacak her türden aracı mübah hale getirmekte sakınca görmüyorlar. Dünya bir yangın yeri. Yok edici bir ateşin alevleri her köşede, çapını ve etkisini genişletmeye devam ediyor.

***

20. yüzyılın makus talihi büyük savaşlardı. Aynı tarihsel geçiş dönemleri, halkların kendi özgürlükleri ve özyönetimleri için ayaklanıp direnişlerle, kanlı iç savaşlarla varoluşunun öz savunmasını verdiği zamanlardı.
Faşizm böyle bir tarih aralığında, gözenekleri tıkanmış, nefes darlığı çeken kapitalizmin can simidi oldu. Avrupa’nın merkezinden dalga dalga yayılma gösterdi. Uzak Asya’ya sıçradı. Çin ve Japon Faşist yönetimleri kendilerine özgü bir model oluşturup tarih sahnesine çıktılar. Ne zamana kadar? Kolonyalizmin birikimlerini yeniden ve başka yöntemlerle elde edecek mekanizmalar kuruluncaya kadar! İşte o gün faşizmin güncel işlevi sönümlendi ve kabuk değiştirdi. Tarihin kaldıramayacağı ağırlıktaki katliamlar ve adaletsizlikler, yerini daha rafine, küçük ve hazmedilir lokmalarla toplumları yönetmeye bıraktı. Esasta ne değişti?

***

Önceki yazımızda adını zikrettiğimiz George L. Mosse’un makalesinde faşizm, iktidar, totaliter yönetme biçimler ile savaş olgusu arasındaki ilişkiye getirilen çarpıcı çözümlemelere göz atarak devam edelim.

Konuya dair inceleme sahibi pek çok yazardan farklı olarak, Mosse faşizmin güçlü bir “kitlesel cazibe”ye dönüşmesini açıklayacak bir değil, birçok “anahtarı” olduğunu öne sürer. Ekonomist bakış açılarının yetersizliğine değinerek kültürel temelini inşa eden toplumsal unsurlara önem verir. Gelenekler, semboller, törenler, inanç kökenli ahlakçılık gibi ulusal birliktelik adına sayılabilecek olguların kültürel bir kapsayıcılık içinde ele alınması gerektiğini ileri sürer. “İnançlar sistemi ve toplumun çeşitli katmanlarında yarattığı güçlü duygular” çerçevesinde açıklamaya girişir. “Faşistlerin kendi özgün toplumsal ve siyasal bağlamlarındaki kültürel algılarına” odaklanır.

***

20. yüzyıl neredeyse tümüyle bir devrimler kuşağı olarak seyretti. Henüz 19. yüzyılın sonundan başlayarak eski imparatorlukların sonunu getiren toplumsal başkaldırılar, iki büyük paylaşım savaşının da etkisiyle yeni ve demokratik bir dünyaya doğru gidişi hızlandırdı. Her on yılda bir güçlü bir devrimci etki, gelecek kuşakların talihini belirleyen bir zaman değişimi olarak tarih sayfalarına kaydedildi.

Mosse bu değişimin iki önemli unsuru olduğunu saptıyor. Birincisini “kökeni itibariyle Marksizm’den doğan hareket”, diğerini ise faşizm olarak niteliyor. Onun Marksizm ve faşizm üzerine karşılaştırmalı analitik değerlendirmesini bir yana bırakalım. Faşizme ilişkin tespitlerine odaklanmak gerekirse;

Yazar faşizmi sadece “totalitarizm” kavramının içine tıkıştırmanın doğru olmadığını, bunun faşizm ve Marksist kökenli devrimci hareketlerle arasındaki farklılığı olduğu gibi, faşizmin kendi biçimleri arasındaki “hakiki farklılıkları da gözden saklamaya hizmet edebilecek” olduğunu belirtiyor.

Totaliter rejimlerde görülen, liderin kitleleri propaganda ve terörle manipüle ettiği inancına değiniyor. Bunun aslında parlamenter rejimler için daha işlevsel bir yöntem olarak “doğrudan demokrasi geleneğine” dayanmasına vurgu yapıyor.

Totaliteryanizmin sadece meşru bir hükümet biçimi olarak yeni olmasına karşın, “aslında çok eski bir geleneğin mirasçısı” olduğunu belirlerken, böylesi dolaysız kitle desteğinin gerekçesini söz konusu eski geleneğe bağlıyor. Eski ve geleneksel kökleri açıklarken, Rousseau’nun “genel irade” ve kutsallaştırdığı “halk” kavramının, Jakobenler tarafından çarpıtıldığını ve geleneksel dini coşkunun ilk defa yurttaşlık ayinlerine aktarıldığını, kamusal festivaller ve semboller vasıtasıyla halkın kendi kendisine taptığı bir diktatörlük biçimine dönüştürüldüğünü tespit ediyor.

Faşizmin terörle/korkutarak yönettiği yönündeki yaygın inancın” da değişmesi gerektiğine işaret ederek, “tam tersine faşizm, ilk başta toplumsal bir uzlaşma inşa etmiştir. Somut başarılar, taviz verme ve ağırdan alma becerisi, faşist kültürün üzerine bastığı damarla bir araya geldiğinde… bu uzlaşı alanında bütünleştirmiştir” diyor.

Terör” kavramına da değinen L. Mosse, onun durağan bir kavram değil, yoğunluğu artan bir şey olarak ele alıyor. Devamında “terör” diyor yazar, “faşist rejimler hayatta kalmaya çalıştıkça artmıştır. Çünkü iktidardaki faşizmin büyüsün kaybetmesi kolaylıkla toplumsal rahatsızlıklara yol açabilirdi.

George L. Mosse dikkat çekici makalesine bize de çok tanıdık gelen şu saptamalarla devam ediyor:

Tıpkı ilerleyen dönemlerde totaliter rejimlerin bu tür ayrımları ortadan kaldırmaya çalışacak olmaları gibi, özel ve kamusal hayat arasındaki ayrım ortadan kaldırılmıştı. Hayatta kalmanın tek yolu, ulusal tapınımlar ya da parti teşkilatlarına aktif katılım yoluyla ispatlanan kamusal sadakatti ve tıpkı Jakobenlerin hakiki manevi sadakatin dışsal bir göstergesi olarak (soylular tarafından giyilen) kısa pantolonların yerine elbiseleri (devrimci kep ve pantolonları) kullanmaları gibi, faşistler de… kendi sistemlerinde çeşitli giyinme kaideleri belirlemişlerdi. Milliyetçi hareketler, 19. yüzyıl boyunca parlamenter değerlerle zaman zaman uzlaşmaya çalışmış olsalar da, diğer yandan bu tür geleneklerini sürdürmüşlerdir.

Faşizmi mutlak bir egemenlik biçimi olarak hakim kılma çabasının özünde ilahi adalet duygusu mu, yoksa mutlak irade dürtüsü mü yatıyor? Kanımca bu sorunun yanıtını ifşa edecek en önemli unsur savaş olgusu. Bu olgu üzerinden üretilen, inançları politik ve sembolist bir retorikle harmanlayan iktidar söylemi!

Sonraki yazımızı bu konuya ayıralım.

***

George L. Mosse Kimdir?
“Olağanüstü fakat çalkantılı bir yaşamı olan (kendi otobiyografisine bkz. Confronting History, 2000) çok yanlı, son derece üretken ve son derece özgün bir tarihçi olan George L. Mosse (1918-1999), emekleme aşamasındaki karşılaştırmalı faşizm çalışmaları alanının en önemli öncülerinden biri olma niteliğini uzun yıllar boyunca korumuştur. Yirmi beş kitabı ve çok sayıdaki makalesinde, Nazizm (1964; 1966), Antisemitizm (1970), ırkçılık (1978), Avrupa faşizmi (1979), milliyetçilik ve kitle siyaseti ile seküler dinlerin yaratılması gibi ilişkili konular (1975,1980), şehit asker tapınımı (1990), cinsellik (1985), erkeklik (1996) vb. gibi kavramların kökenleri ve tarihçesine odaklanarak, genelde modern Batı medeniyetine, özelde ise Alman tarihine ilişkin bilgimizin sınırlarını zorlamış ve yeni, henüz keşfedilmemiş alanlara taşımıştır.”

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı