REKLAMI GEÇ

HİLAFET OSMANLI’DA YOKTUR

20 Ağustos 2020 Perşembe

Geçtiğimiz günlerde yazdığım “Kılıç ve Kılıç hakkı” konusundaki yazım üzerine, bazı okuyucularım “Türklerin Müslüman olması” gerçeklerinin neden örtbas edildiğini, niçin gerçek tarihin yansıtılmadığını soruyorlar.

Oysa resmi tarih yazıcıları, sadece yönetimin istediği gibi tarih yazmışlardır. Bugün de aynı sistem vardır. İktidar emreder, yanındaki tarihçi kayıt düşer. Ancak bugün sosyal medyanın güçlü olması ve bazı araştırmacı yazarlar sayesinde gerçeklerin üzeri örtülmeden öğrenebiliyoruz. Bu yüzden biz, gerçekleri batılı tarihçilerin yazdıklarından ve bazı dürüst Türk tarihçilerinden teyit etmek zorunda kalıyoruz. Tıpkı, Osmanlı’nın Hilafeti alamadığı gibi…

Yavuz Sultan Selim, halifeliğin kendilerinde olmasını arzuluyordu. Zira hedefinde Dünya imparatorluğu vardı. Bu yüzden İslam devletlerine “sudan bahanelerle” açtığı savaşlar ile onları bir bir tarih sahnesinden silmeye başladı. Böylece Anadolu’da birliği sağladı. Sonra, kutsal toprakları fethetti. Mercidabık savaşı sonrası Mısır’a girdi. Bunun sonucunda, kendisine esir düşen Abbasi halifesi El- Mütevekkil tarafından “dinin koruyucusu” anlamında bazı ünvanlar verilen Yavuz, Mısır’ın fethi ve Memlük devletini ortadan kaldırdıktan sonra halife El-Mütevekkil’i kutsal emanetler ile birlikte İstanbul’a gönderdi. Kutsal emanetlerin Osmanlı’ya geçmesi bazı ulema tarafından “hilafetinde Osmanlı’ya geçtiği” şeklinde yorumlandı. Lakin bu görüş itibar görmedi.

Halife Mütevekkil, İstanbul’da gayri meşru bir yaşantı içine girince akrabalarının şikayeti ile önce hapsedildi, sonra 1517’de Yavuz ölünce, oğlu Kanuni tarafından Mısır’a gönderildi. Orada öldü. Ama İstanbul’a götürüldüğünde Yavuz’a hilafeti verdiğine veya böyle bir devir töreni düzenlendiğine dair belge olmadığı gibi; Yavuz bu makamı hiç kullanmamıştır.

Oğlu Kanuni Sultan Süleyman ise, babasının yerine geçtiğinde bu ünvanı kullanmaya başlamıştır. İslam dininin hamiliğine soyunan Osmanlı’da, Cihan şümul bir imparatorluk düşüncesi içinde; cihan hakimiyeti anlayışı ile halifelik makamının verdiği “Müslümanların hamiliği” görevinin ideolojik olarak birbirlerini tamamladığı anlaşılıyor.

Ancak, Osmanlı hanedanı Kureyş aşiretine mensup değildi. İslam uleması, Hilafetin Peygamber soyundan gelmesi gerektiğini kabul etmişti. Fakat yeni şartların doğurduğu farklı bir hilafet anlayışı ile Emevilerde olduğu gibi, özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar “bu makamın Allah tarafından kendilerine tevdi edildiğine” inanıyorlardı. Çünkü doğuda Safeviler, batıda ise Habsburglara karşı cihan hakimiyeti mücadelesine giren Kanuni, hilafet makamından doğan egemenlik iddiasından yararlanmıştır. Saltanatının tüm görkemini yansıtması için on senede bir Osmanlı bütçesi miktarında meblağ harcayarak Mimar Sinan’a yaptırdığı kendi adını taşıyan Süleymaniye Camii’nin kapısında bulunan kitabeye Ebussuud Efendi’nin yazdığı “Halîfetehu’l-’azîz…” ve “Zıllu’l-lâh ‘alâ kâffatu’l-umem…” şeklindeki ibareler bu noktada önemlidir.

Bu yüzden de, Halifeliği meşru kılmak için Ebus Suuud efendi gibi Arap ve Fars kökenli ulema İstanbul’a çağrıldı. Ev ve toprak verilerek, medrese kurmaları için zemin hazırlanarak İstanbul’a tamamen yerleşmeleri sağlandı. Büyük imtiyazlar verilerek devlet yönetimine yerleştirildiler. Ahmet Yesevi ekolünden gelen ve Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük emeği olan Alperenler, Devrişler ve Türk ulema dışlandı, katledildi. Böylece Osmanlı devlet yönetimi devşirmelerin ve azınlıkların eline geçince, tarih yazıcılar da resmi tarih içerisinde bazı gerçekleri saklayarak, yazmadılar.

Cihan harbi yıllarında ise hilafet makamı imparatorluğun kurtuluşundaki son çare olarak İttihat ve Terakkî iktidarı tarafından yeniden ihya edilmeye çalışıldı. 23 Kasım 1914’de Sultan Mehmed Reşad tüm Müslümanların halifesi sıfatı ile kutsal cihâd ilan etti. Fakat cihâd ilanı kendisinden beklenilen etkiyi gösteremedi. Osmanlı ordusu İngiltere ve Fransa saflarında yer alan binlerce Hint-Cezayirli Müslümanlar ile savaş boyunca mücadele etmek zorunda kaldı. Şerif Hüseyin’in 1916’daki isyanı ile birlikte de hilafetin adından başka bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı. 3 Mart 1924 tarihli Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye Cumhuriyeti ülkesi dışına çıkarılmasına dair kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Böylece Osmanlı hanedanının, halifelik makamı ile olan çalkantılı birlikteliği asırlar sonra son buldu.

Sonuç olarak, gayri resmi bir şekilde kullanılan Halifelik Müessesesi, bugün insanlara var gibi yutturulmak istenmektedir. Olmayan bir makamı, varmış gibi sürdürmek ve sonrasında da Arap milliyetçiliğini “Ümmetçilik” anlayışı ile sunmak abesle iştigaldiler. Bu konunun kaşınması kendi vatanında ikinci sınıf insan muamelesi gören Türklerin asimile edilmesinden başka bir şey değildir.

Ne Mutlu Türküm Diyene…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

sacit akşit   -  Bağlantı 25 Ağustos 2020, 23:29

dini ilminiz yok osmanlıya saygınız yok tarih bilginiz yok Yavuz sultan han a saygın yok ,öyle almışsın kalemi eline salla dur …yok hilafeti osmanlı almamış yok daha neler… din düşmanısın

RAMAZAN YURTSEV   -  Bağlantı 21 Ağustos 2020, 22:30

Ata Ahmet Yesevi çizgisinden gelen Türk oymaklarının elinden dini otoriterliğin nasıl alındığına dair çarpıcı bir açıklama yapmışsınız. Yavuz’un Mısıra yaptığı sefer, Tomanbay yönetimindeki Devletül Türkiyye’dir. Emevilerden sonra halifelik hep Türkl

Ali   -  Bağlantı 21 Ağustos 2020, 06:44

Osmanlı kimseyi katletmemiştir. Osmanlı da, padişahın uygulamasını yanlış bularak kısasa kısas elinin kesilmesi yönünde karar veren mahkemeler, kadılar vardır. Adalet budur. Mısır da Mekke de Medine de Yavuz zamanındaki hutbelere de bi bakın derim…

himmet   -  Bağlantı 20 Ağustos 2020, 09:33

bizim bilmediğimiz bir şey söyleyin zaten bunlar tarih kitaplarında yazıyor.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı