REKLAMI GEÇ

SÜNNİ, ALEVİ VE EVLİLİK MESELESİ

26 Kasım 2021 Cuma

Bu dönemin İslam alimleri, zannımca yaşları ilerledikçe kendilerini geliştirerek daha olgun olacaklarına, aksine gerilere doğru giderek, kendileri ile çelişiyorlar. Oysa kibirlerini yenebilselerdi ve düzene göre fetva vermeyi kesseler di, bugün insanların kalplerinde bambaşka yerleri olurdu. Ama onlar yanlış olmayı tercih ederek, hem kendileri ile çeliştiler, hem de kitleleri yanlış bilgileri ile ahiretini kaybettirme noktasına geldiler.

Benim çocukluk ve gençlik dönemlerimde “Yunan Mezalimi, Ermeni Mezalimi” gibi Türk Milleti’ni derinden etkileyen, bir dönem milletimize yapılan mezalimleri ortaya koyan “Fesli Kadir” olarak bilinen Kadir Mısıroğlu’nun yaşlandıkça kendini inkar edercesine fikir değiştirmesi bunun en güzel örneklerindendir.

Asırlardır bu böyle sürüp gidiyor. İslamiyet’in doğuşu ile bilim ve ilime büyük önem veren İslam Alimleri, 15. Ve 16. Yüzyıldan itibaren Antik Yunan ve Roma eserlerini kaybolmaktan kurtardıkları gibi, bu eserlerin yorumlanmasında, bilgilerinin geliştirilmesinde rol üstlenmişler ve pek çok ilmin, buluşların öncülüğünü yapmışlardır. İslam Alimleri bu evrede Kur’an-ı bile yaşadıkları zamana göre yorumlayarak, o günkü yaşam standartlarında kıstaslar ortaya koymuşlardır. Neticesinde tarikat ve cemaatlerin İslam Felsefesi ışığında doğmasına vesile olmuşlardır. Bu değerli alimlerimizin ve ilim adamlarımızın el yazması eserleri, Avrupa kütüphanelerinde başucu kitap olarak hala değerini korumaktadır. İslam alimlerinin aksine, Avrupalı bilim adamları bunun tam tersini yaparak toplumlarını yüceltiyorlardı. Artık 20. Yüzyıldan sonra böyle bilim adamı ve alim yetiştiremedik.

Yavuz Sultan Selim, kutsal toprakları fethederek Hilafeti ele geçirmesinden sonra, bunu kullanmak istedi. Ancak o tarihlerde ilmin merkezi olan Bağdat’taki ve Şam’daki Arap, İran kökenli İslam alimleri “Alimler kabul etmediği sürece, Türklerde hilafet olamaz” restini çektiklerinden, padişah kendisine verilen bilgilerin ardından bu Arap kökenli alimleri İstanbul’a getirdi. Onlara toprak, yüksek miktarda maaş vererek ve payeler ihsan ederek “hilafet” makamını alma yoluna geçti. Son Abbasi halifesini de beraberinde İstanbul’a getirdi.

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a yerleşen, Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise palazlanan bu Alleme takımı, devreye soktukları planları ile Osmanlı Hanedanı ile asıl unsur olan Türkmenler arasına çeşitli vesileler ile nifak sokmaya başladılar. Osmanlı’da Şeyhülislamların devlet idaresine karışmaları kanun gereği olduğundan, fetva verilmeden hiçbir işlem yapılamıyordu.

Bu Arap Alimleri bu aşamada, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fetheden kalyonlarının yapımında kereste sağlayan orman işçilerini “Tahtacılar” diye; Hz. Peygamber (sav)’in ailesini sevenlere ise “Alevi” diyerek ayrıştırdılar. (Şia alevileri ile Türk alevileri birbirine karıştırmamak gerekir). 1826 Vaka-ı Hayriye olayı ile birlikte Yeniçeri ocaklarının kaldırılması ile Türkmenlerin önde gelenlerini attıkları iftiralar ile bir nevi “Bektaşi “ ilan ederek ayrıştırdılar. Bunlara “İslim Dışı” süsü vererek, bir takım hayallerinden geçen pislikleri “yapılıyormuş” gibi ortaya atarak, Türkmenleri tamamen tecrit ettiler. Kimsenin aklına ve havsalanın almayacağı binbir türlü ahlaksızlığı ekleyerek propaganda yaptılar. Uzun süredir palazlanamayan, Erzurum ve çevresi dışına çıkamayan ve bu yüzden diğer cemaatlere diş bileyen Nakşibendiler, boşalan tekke ve zaviyelere İstanbul’da güç sahibi olan bu Arap kökenli din adamları tarafından yerleştirilince, buldukları fırsat ile kin kusmaya başlardılar. Hala da buna devam ediyorlar.

Hacı Bektaşi Veli müritlerini ve Ahmet Yesevi yolundan gelen İslam alimlerini “Anadolu topraklarının İslamlaşmasında ön ayak olduklarından ve kendilerine dini öğretileri vermelerinden dolayı” el üstünde tutan Türkmenler, ortalıkta dolanan Nakşi şeyhlerine inanınca da ortaya günümüz şartlarında bilinen ayrımcılık çıktı. Birlikte savaşlara girdiği, lokmasını paylaştığı karındaşları ile mesafeli durmaya başladı. Oysa, Alevilik, Sünnilik, Tahtacılık vs. gibi isimlendirmeler Müslümanlık içerisinden çıkmıştır. Hepsi de İslam toplumunun birer parçasıdır. Her nerede “Ben Türküm” diyen birisi varsa, bilinsin ki o Bektaşi’dir, Alevidir.

Bu yüzden Arap milliyetçiliğini Türk milletine dikte ettirmeye çalışan Hayrettin Karaman gibi siyasal İslamcıların fetvaları Allah katında geçerli değildir. Laf-ı Güzaftır. Hiçbir ehemmiyeti yoktur. Zira yolsuzluklara, faize bile fetva veren insanların sözlerine itibar edilmez..”! Çünkü İslam’da ayrışma yoktur. Müslüman olmayan bir kadınla evlenen Sünni erkek, “kadının Müslüman olmasından” sevap kazanıyorsa, kendi dininden olan bir kadınla evlenmesi de, ona sahip çıkması da Farz-ı ayn’dır.

Saygılarımla…

Esen kalın…

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Ali Deda   -  Bağlantı 3 Aralık 2021, 01:48

Evet İslamda ayrışma yoktur. “Ben Türküm” diyenlerde de olmamalıdır. Yüreğinize ve dilinize sağlık.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı