REKLAMI GEÇ

BÜTÜN BUNLARA NE GEREK VARDI?..

23 Temmuz 2013 Salı

İki aya yakın zamandır sürüp gelen Taksim Gezi Direnişine direnmeye ne gerek vardı?

Büyüklerimiz değil, ama hiç değilse Vali veya Belediye Başkanı olayların başlangıcında Gezi Parkını bir ziyaret edebilseydi, bütün bu olumsuzluklar gerçekleşir miydi?
Daha olayların başlangıcında, genç yaşlı, kız erkek sivil halktan oluşan bu direnişçileri Gezi Parkında ziyaret edip, onlarla insanca ilişki kurabilseydi, acaba daha iyi olmaz mıydı?
İstanbul Valisi, Belediye Başkanını sağına, Polis Müdürünü soluna alıp televizyonlara çıkarak, “sadece kaldırım genişletiyoruz” diye toplumu aldatmaya çalışmasa olmaz mıydı?
Diğer yandan ülke insanının %50’sine “çapulcular” diye hakaret edileceğine, akil adamları gönderip ne denmek istendiklerini öğrenmeye çalışsak, büyüklüğümüzden bir şeyler mi kaybederdik?

Topçu kışlası denilen bir ucube yapıyı, yeniden Taksim’in göbeğine dikme ısrarı, memlekete ne kazandırmıştır? Atatürk Kültür Merkezini yıkıp, yerine büyük ihtimalle yeni bir ucube yapılacağı endişesi herkes tarafından bilinip dururken, “yıkacağız, yapacağız” diye ısrar etmek ülkeye ne kazandırmış, neler kaybettirmiştir?
Büyük bir güven kaynağımız olması gereken polisi (Türk polisi) olarak tanımlamak dururken, (benim polisim) diyerek halktan koparmasak, “destan yazdılar” deyip ulufe dağıtır gibi ödüller dağıtarak bu güveni sarsmasak, emniyet teşkilatımızın halk nazarındaki güvenini yitirme noktasına getirmesek daha iyi olmaz mıydı?

Taksim Gezi Parkını koruyoruz diye çadır kurup nöbete duran gençliğin çadırlarını yakmasak, havaya sıkılması gereken biber gazı fişeklerini gençlerin suratlarına sıkıp yaralamasak, gözlerini kör etmesek, bazılarının ölümüne sebep olmasak, olaylar bu raddeye gelir miydi?
Kadın, kız, çoluk çocuktan oluşmuş direnişçileri, düşman mangaları zannedip tomalarla, gaz fişekleriyle, hatta ateşli silahlarla durdurmaya çalışırken, eli sopalı, palalı, satırlı tarafgir insanlar sokak aralarında çocuk yaşta gençleri öldüresiye döverlerken, onlara bir durun diyen çıkamaz mıydı?
Yakını bir hanımın poposuna pala ile vursalar, yetinmeyip sırtına olanca bir kuvvetle tekme atsalar, acaba bu acımasız ve ahlaksız saldırıya hangimiz sabredebilirdik? Bu rezil saldırıyı göre göre, saldırganın sırtını sıvazlayıp, “kaçmaz, kaybolmaz” deyip sokağa salıverenlere karşı bir daha nasıl güveneceğiz? Nitekim, “kaçmaz, kaybolmaz” diye sokağa salıverdiğimiz bu maganda, Fas kökenli eşini de yanına alıp atladığı gibi paşa paşa Fas’a kaçıp gitmiştir.
Taksim Talimhane Mahallesi sokaklarında, direnişçilerle mücadele eden bir polis memurunun bir sokak magandasına arkasını dönüp sırt çantasından patlayıcı olduğu besbelli bir şeyler verişini görmeyen kalmadı. Bu asayiş bekçisine bir daha nasıl inanılabilir ki?

Bir yıl önceki makaleme, (Bulaşmayalım şu Araplara) diye başlık atarak, Suriye olaylarına karışmamalı demiştim. Ne kadar haklı olduğum, her gün biraz daha anlaşılıyor. PKK ile uğraşımız yetmiyormuş gibi, bir de Suriye sınırındaki Kürtleri başımıza sardılar. Bölgedeki insanlarımız silah ve serseri kurşun seslerinden uyku uyuyamaz hale gelmişken, biz hala tencere-tava çalanları cezalandırmanın peşindeyiz. Peki tencere tava yerine, tabak-bardak tıngırdatılsa ne yapacağız? Bu suretle, bizden olan komşuyu, bizden olmayan komşuya düşman ederek ne kazanmış olacağız. Ülkeye bir sürü muhbir kazandırarak, yaratılacak ahlakî çöküntüyü yeniden nasıl geri getireceğiz? Şu kutsal Ramazan günlerinde bunları yazıp çizeceğimize, sevgi ve saygıdan konuşabilseydik daha iyi olmaz mıydı?

Daha da doğrusu, bütün bunlara ne gerek vardı?

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı