YAŞ OTUZ BEŞ
Otuz beş yaşın olgunluğunu sürmesi gereken bahçenin, ağlamaktan gözünde yaş kalmamıştı. Kederden dağıttığı saçlarını öylece başının tam ortasında kuru bir dalla tutturuvermişti. Evlenmekten çoktan umudunu kesmiş, geçkince kızlar gibi salıvermişti kendini. Yıllarca yüzlerini gülümsettiği, ayvası narıyla çocuk gibi beslediği, gölgesinde dinlendirdiği, daralmış sokakların içinde nefes aldırdığı ailesi
BİR ARALIK
Kasım’ın arkasına bakmadan terk edişine içlenen hassas ve kırılgan yapraklar, topluca intihar ediyorlardı. Cenazeleri kaldırmaya talip pembe rüzgâr, bir aralık kapıdan girerek bu görevi ifa ediyordu. Bu törende; bir bedeni ölgün yaprakların hala atan çıtırdak kalp sesi vardı, bir de törene eşlik eden Saygun’dan bir lirik sonat!
SINAV
Dün sabah, bir miktar zamanı geçmişten bir süreliğine ödünç aldım. Tam 34 yıl! Sıralarda oturup, önüme konan sınav sorularını okuyup, cevap kağıdını yuvarlak yuvarlak karalarken, yüzümdeki çizgiler sanki o yuvarlakların içine karışıp kayboldu. Yanlışlarımı silerken, o mavi silgiden yayılan hafif şekerli plastik kokusu, hayatta yaptığım hataları da
TELGRAFIN TELLERİNE…
Dün gece cep telefonum arızalandı. Ne yaptıysam olmuyor, kartı tanımıyor bir de sesi yok. Sabah alarm kurmak istiyorum ve kurdum da nitekim ya, sessiz sessiz çalacak haspam, “e ben uyarı gönderdim yani şekerim” diyecek. Hani bir fıkra vardır, karı koca birbirlerine demir gibi küsmüşler, katiyen konuşmuyorlar. Ama
ŞİİR LEKESİ
Bu hafta üç gün üst üste şiire battım, üstüm başım şiir oldu. Yok dikkatsizlikten değil, bilakis dikkatle şiire bastım. Lekesi çıkmıyor biliyor musunuz? Bir güzel de yakışıyor ki o leke insanın yüreğine. Hani çocukken çamur bulduk mu iki ayağımızla birden zıplayarak çoff diye içine atlamaktan zevk alırdık
AYVA SARI, NAR KIRMIZI SONBAHAR
Yine İstanbul’dayım. Evlat özlemi, insanı sıcak koltuğundan koparabilen en güçlü duygu. Atlayıp gidiyorsun burnunda tüten kokusunun peşi sıra nereye gittiyse; ha İstanbul, ha Fizan. İki valiz var yanımda, biri minnacık bütün şahsi eşyalarım içinde. Diğeri kocaman bilmem kaç gözlü, büyütme fermuarı bile açılmış olduğu halde tıka basa
TUHAF KUŞAK
Sene 1981 Eylül ayı. Koca Mektep avlusu… Memlekete dar gelen bir darbenin sıkıp boğduğu bir kuşağın ardından yetişen; apolitik, toptan tüfekten uzak, sola sağa mesafeli hep ortalarda yürümesi tercih edilen, edebî kitapların çok satan raflarına yerleşmesine sebep, sporcu, beyefendi/hanımefendi, hafif salon romantiği, dans edebilen, siyasi olmamak kaydıyla
ÇOCUKLARI BANA VERİN…
Çocuk dediğiniz zaman bana, içimde bir kelebek aniden havalanır. Yumuşak karnım çocuklar benim. İsterim ki bütün çocukları bana versinler, yüreğimde hepsine yer bulurum. Sunay Akın bir gösterisinde “siz olmuşsunuz, çocukları bana verin” demişti, işte öyle! Bana verin hepsini. Hele bir de eşekarısı sokası dilimizle “engelli”, “özürlü”, “sakat”,
ANNEMİN GÖZLERİ
Yıl 1924…Muhtemelen bir sarı yazdı mevsim. Bilek gibi iki kuzgun örüğünü çerpisinin altına salmış Müfide, yeni yeni şekillenen genç kız bedenini tütün tarlalarında seyrana bırakıyordu. Solgun güneşin iyice yeşile döndürdüğü gözleri tatlı hayallerle hafifçe kısılmıştı. Drama Köprüsü’nü geçip ona doğru gelecek bir Hasan bekliyordu belki de. Şıkır
YANSIMA
Bazen, çakıl taşlarına binmişim de mavinin mihmandarlığında şıkır şıkır taşıyorlar beni gibi oluyor hayat. Nereye götürürlerse gıkım çıkmıyor. Ufka damlatılmış bir damla şarap ya da buluta asılmış gümüş bir tül fark etmiyor benim için. Ufuktaki şaraptan bir yudum almaya da, buluttaki gümüşten bir tutam saçıma takmaya da
DANS ETMEK GEREK, KİMSE YOKMUŞ GİBİ…
Dün akşamüzeri günün yorgunluğunu atmak, havanın pusunu dağıtmak niyetiyle bir fincan kahve ikram ettim kendime. Balkonda ayaklarımı uzattım, bilgisayarı da açtım ne var ne yok gezineyim diye. Bir video çıktı karşıma, bir anda kendimi balkonda dans ederken buldum. 12 yaşında bir kız çocuğu, sevimli bir Kore melezi,
EYLÜL’ÜN ELLERİ
Siz hiç mavinin içinde yaşlanan bir Eylül gördünüz mü? Ben gördüm yenice. İşte o Eylül’ün ömrü sona yaklaşsa bile elleri titremez bilir misiniz? Elleri, o öpülesi elleri turkuaza kaçan sakin bir renktedir. O yaşına rağmen pürüzsüz ve saydam gibidir. İçini görürsünüz o ellere bakınca Eylül’ün. Ne vardır
KIYMALI YUMURTA
Gece olmuş saat 01.00… Gece sessiz ve karanlık, yine her şey uyumuş diyor bir segâh şarkı içimden bir yerlerden. Bir ben uyumamışım sanıyorum, ellerim klavyede boş boş bakıyorum ne yazayım diye. Gecenin getirdiği siyahi çam kokusuna, bir anda beklenmedik bir kıymalı yumurta kokusu karışıyor. Balkondan içeri merakla
AŞKA DAİR, HAYATA DAHİL
Aşka dair yazmayalı ne kadar oldu hatırlamıyorum. Ona sıra gelmiyordu bir türlü. Ne zaman başlasam, ya dizelerimden kan damlıyor, ya cümlelerimin dili tutuluyor, ya da elim utanıyordu bunca kötülüğün içinde aşkı yazmaya. Sonra düşündüm; aşkı da unutursak, unutturmalarına izin verirsek şiir gücenecek, sözcükler boynunu bükecek. Dünyayı güzellik
İNSANA GİRMEK
Eflatun bir sabâ makamıyla uyanmış, mahmur gözlerle bayramlıklarını giyinmiş, yıkanmış, paklanmış ıssız sokak, bıçak acemisi, kan akıtma sevdalısı ellerce bir anda ibadet kisvesine bürünmüş bir katliamın sahnesi olmuş, kırmızıya boyanıvermişti. Zavallı sokak, bir yandan gözlerini kapatıyor kırmızıdan bulanmamak için, bir yandan kulaklarını tıkıyordu kasap bozmalarının elinde can