REKLAMI GEÇ

VAROLUŞ SERÜVENİMİZ

4 Eylül 2016 Pazar

İki dünya savaşı sonunda, bu savaşlardan sağ çıkan hemen herkes, insanlığın doğasında iyilik olduğu inancını yitirmiş durumdaydı. Dinsel dogmalar çökmüş, Tanrı inancı ağır yaralar almıştı. Bunlarla birlikte, ahlaki değer ölçütleri de anlamını yitirmiş, insanlar için yaşamsal dayanak neredeyse kalmamıştı. Var olmak ve yok olmak ikilemi baş gösterdi. Bunlar nedir, nasıl yaşamalı, neye inanmalı, hangi ilkelere dayanmalı gibi sorular, yanıtsız kalıyordu.

Böyle bir ortamda, Sartre ve camus gibi büyük düşünürler; yukarıdaki soruları yanıtlayabilmek adına, Jasper, Heidegger, ve Kafka gibi yeni-Hegelci sayılabilecek düşünürlerin açtığı yoldan giderek, varoluşçu felsefe’yi gündeme getirdiler. İnançlar ve değerler yitiminden ötürü, bulantı ve saçmalık duygularını sıkça yaşayan insanlara yeni öneriler sundular. ‘Niçin’ sorusunun, ‘ben öyle istediğim için’ biçiminde yanıtlanması gerektiğini önerdiler. Bu demekti ki, insanlar kendileri için gerekli yeni bir değerler dizgesini kendileri belirlemek zorundaydı.

Günümüze gelelim: Büyük dünya savaşları geçirmiş kuşaklar değiliz. Öyleyse neden aynı varoluş krizine girdik? Bunaltı ve saçmalık duyguları bizi yine sarmadı mı? Sanırım bu duruma yol açan başka etmenler de varmış. Günümüzde globalleşen dünyanın dayattığı hız, tüketim çılgınlığı, gerçek seçeneklerin yerine sanal seçenekler sunuyor olması ve her türlü post-modern çözülmeler dayatması da bu duruma yol açıyormuş. Ancak ne Sartre ve Camus’nun bireyselci varoluşçuluğu, ne de St.Exupery’nin, mutlak otoriteye kayıtsız koşulsuz itaat varoluşçuluğu güncel çözüm önerileri olamazlar. Çözülme, yabancılaşma ve yalnızlaşma olguları; kendi içlerinde bir çözüm fırsatı da sunuyor olabilir. Hızdan korunabilirsek, yalnızlaşmayı; bir sorgulama ve kendimize gelme, özümüze dönme aracı yapabiliriz. Kendini bu yolla bulabilecek insan kendini bulduğunda ötekini de bulmuş olacak ve her şeyin herkesin derin ve saklı birliğini anlayacaktır. Buradan hareketle arınabilecek ve yeniden toplumsallık kazanabilecektir.

Birçok kişi gibi ben de, ‘neden yaşıyorum’ ya da ‘neden yaşamalıyım’ sorusuna yanıt bulmak zorunda kalmıştım. Yaşamın anlamı neydi? Nasıl yaşamalı, nasıl ölmeli? Varlık ve yokluk nedir? Niçin doğuyor ve ölüyoruz? Bu süreç kime ve neye hizmet ediyor? Anlam bunalımından çıkışı, kendi irademe göre davranmak ve kendi görevimi kendim belirlemekte buldum. Görev ve amaç olmadan, anlam da oluşmazdı kanımca. İradem; yaratıcılık ve üretkenlik yoluyla zaman ve yaşamı ürüne ve esere dönüştürüp, geriye kendimden eserler bırakmaktı. Her bireyin, yetenek ve güçlerini tam keşfederek, öz-güvenle bir çeşit fatih olması gerekiyor. Bu da, olanak oranında kendi kaderini oluşturmaya çalışmasıdır. Birey-üstü otoritelere de, ancak ve ancak demokratik katılım çerçevesinde boğun eğebilir görüşündeyim.

Kendi varoluş serüvenim; çözülme, yabancılaşma, kendini yeniden bulma, arınma ve insanlıkla yeniden birleşme ya da buluşma evrelerinden oluşmuştur. Savaş ve ideolojiler gibi değişik etmenler altında dokuları çözülüp yabancılaşan ve bunların sonucunda kendi içine kapanan insan, yeni varoluş nedenleri ya da dayanakları bulmalıdır. Bunun için; akıl, ruh ve beden birliğini kurması gerekir. Böylece kendini bulur ve arınır. Sonunda kendini yaşamın akışına da bırakabilmeyi öğrenmiş olarak, her şeyle bir olma noktasına gelinir. Bu bir bütünleşmedir. Bazen de kutsal olanla yeniden barışmadır.

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı