REKLAMI GEÇ

BARIŞ GEREKSİZ Mİ?

29 Nisan 2013 Pazartesi

Akil insan tartışmaları giderek yerini daha sağduyulu bir düşünme sürecine bırakıyor.

İlk gündeme gelişi ve sonrasında devam eden tartışmaların boyutu, zaman zaman akıl yoksunluklarına kadar uzanmış olsa da, sağduyulu ve gerçekçi eleştirilerin işaret ettiği sorunlar ciddi biçimde kamuoyunun ilgi yörüngesinde olmaya devam ediyor.
Yalnızca PKK-Öcalan-Bölünme yaklaşımlarına hapsolmuş bir retorikle devam eden bu tartışmalardan giderek uzaklaşılmış olması, asıl öne sürülen temanın, Barış temasının sağlıklı zeminde tartışılmasının yolunu açabilir bir potansiyele sahip.
***
Bu gelişmelerde en önemli olumsuzluk payı hiç kuşkusuz hükümetin oldu. Önce ‘Akil İnsanlar’ı kendi iradesi ve seçimiyle belirledi. Bu sürecin eğer bir ‘Türkiye Projesi’ olacaksa, çok katılımlı ve toplumun pek çok kesiminin öneri ve görüşlerine itibar eden bir yaklaşım sergilemesi gereğini es geçti. Genellikle yaptığı gibi, dışlayıcı ve kendi planlamasına uygun bir sürece dönüştürdü. İmralı görüşmelerinde izlediği ketum ve ‘her şeyi kendi kerameti sayan’ yöntemi bu konuda da uygulamaktan geri durmadı. Kuşkular, endişeler, kaygılar ve korkular işte bu tavra bağlı olarak ortaya çıktı.
***
Geçtiğimiz hafta yazdığımız gibi, hükümetin bu tutumundan ilk kuşku ve kaygı duyanlardan biri biz olduk, düşüncelerimizi bu sütunlarda agresif bir şekilde dile getirdik.
Bu kaygı ve endişeleri hala taşıyor olduğumuzu bir kez daha teyit etmek istiyorum. Genel yurt haberlerinde izlediğimiz ve Denizli’ye gelen Akiller heyetinin faaliyetleri ile ilgili gözlemlerimizden yola çıkarak söylenebilir ki, söz konusu kaygıların ortadan kaldırılması kolay bir ikna süreci olarak görülmemeli.
Aynı hafta içinde Ege Bölgesi Akilleri Heyeti içinde yer alan Dr.Fuat Keyman ile yaptığımız uzun ve kapsamlı röportaj, bu konunun kendilerince de hafife alınmadığını göstergesiydi.
***
Diğer yandan, bu faaliyeti sadece bir ikna sürecine indirgemek ne kadar doğru bir yaklaşımdır? Dr. Keyman ile yaptığımız söyleşinin açığa çıkardığı bir başka gerçek şu; altmış küsur kişiden oluşan dar kapsamlı Akiller grubu, hem ilk seçilme dönemlerinde, hem de ardından yapılan Dolmabahçe toplantılarında pek fazla hükümeti sorgulamış gibi görünmüyor.
Kabaca başlıklar halinde sıralamak gerekirse;
Katılımın neden yaygınlaştırılmadığı, neden 60 kişi yerine 600 kişinin bu çalışmada aktif hale getirilmediği,
Neden muhalefetin barışa duyarlı kesimleriyle ilişki içinde olunmadığı ya da Akil heyet seçiminde onlarla işbirliği düşünülmediği,
Pek çok gereksiz konuda zırt-pırt referanduma başvuran aynı siyasal iradenin neden bu kez her şeyi oldu-bittiye getirdiği,
Bu meselenin bir etnik sorun çerçevesinde barış değil, daha kapsamlı bir arada yaşama projesi olarak sunulmadığı,
Barışın olmadığı yerde yeni anayasa ve demokratikleşme adımlarının tıkanacağı, topal kalacağı, çıkmaza gireceği, uzun vadeli bir değişim ve dönüşüm için gerçekliğinin tartışılabileceği,
Salt son madde nedeniyle bile geniş bir mutabakat çerçevesinde işlerin neden ele alınıp yürütülmediği sorgulanmıyor.
Bir de Dr.Keyman’ın heyet başkanı Taha Erdem’in ağzından aktardığı “Devlet yeniden inşa ediliyor” yaklaşımı, hükümet tutumuna kuşkuyla bakan milyonların endişelerini giderme değil, korkuyla sarmalama argümanına dönüşüyor.
***
Oysa Barış gereksiz mi?
Kanımca hem taraf olan, hem de karşı çıkan kesimlere karşı en büyük haksızlık, barış konusunda toplumsal tepkinin ucuzlatıldığı bir yaklaşım sergileniyor olmasıdır.
Barışın gerekli olduğu konusunda tüm toplum kesimlerinin ortalama bir kavşakta buluştuğunu varsayabiliriz. Sokaktaki yurttaşın “savaş sürsün, kan aksın, silahlar susmasın, ölen ölür, kalan sağlarla yola aynı minvalde devam edilsin” diye düşündüğünü kim savlayabilir?
Sorun eğer barışı tesis etmekse, öncelikle bu kavşaktaki buluşmayı ciddiye alan bir yaklaşım sergilemek gerekiyor. Bunu yapacak olan ise ilkin siyasi iktidarın kendisi, yani bu projeyi hazırlayıp ortaya sürenlerdir.
Sorun tam da burada düğümleniyor. Son 10 yıllık iktidarı boyunca gösterdiği reflekslerin pek çoğu sokak tepkisinin inkarı üzerine inşa edilmiş bir siyasi irade var.
Başbakan nezdindeki tek kişinin hegemonik peşrevlerinin günlük ‘diyalektiğini’ neredeyse özümsedik.
Giderek komikleşen müdahilliklerine de (‘milli içkimizin ayranolduğu ilanı, THY’de kırmızı ruj’un yasaklanması!’) artık çoğumuz gülüp geçiyoruz.
Absürd bir gündelik politikalar dizisinin muhatapları olmak zorunda kalıyoruz.
Ve biz Barışı inşa edecek akil insanları seçen bu iradeye güven duymak ile duymamak ikilemi arasında sıkışmış bir pozisyonda karar vermeye zorlanıyoruz!
***
Şimdilerde “Barış” düşüncesi daha çok dillendirilmeye başlandı.
Kişilere ve gruplara indirgemeden, hamasi söylevlerin anlık çekiciliğine kapılmadan ve geleneksel siyaset üretme merkezlerinin popülist yararcılığına prim vermeden gerçekleşecek bir barış tesisi sürecine kim hayır diyebilir ki?
Barışa ilişkin sorun ne PKK’nın çekilme koşulları, ne Öcalan’ın tutukluluk koşulları, ne de bölünme endişeleri ile sınırlanmamalı. Çok daha bölgesel bir alanda sonuçlar üretecek etkilerin değerlendirmesi yapılabilmeli.
Tüm bunlar, bölgesel olarak (en azından) son 60 yılın Ortadoğu pratiğinde en çok ihtiyaç duyulan şeye, “Gerçek Barış”a kapı aralayacak bir yaklaşıma doğru evrilmeli. Hükümetin sığ ve kendi politikalarına entegre edeceğinden hiç kuşku duymadığım “Barış” olgusunu, onun elinden çekip alarak bölgesel bir perspektife yerleştirecek projeye dönüştürmeli.
Muhalefete en çok yakışan bu olacaktır.
Türkiye solunda yer alan birinin kendi sosyalist perspektifinin bu kadarcık bir ‘açılım’a cevaz verdiğini düşünüyorum. Ama sokaktaki demokrasi isteyen vatandaşı küçümsemeden! Onun korku, endişe ve kaygılarına gerektiğinde ortak olmasını bilerek!

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı