REKLAMI GEÇ

“BİR KAPI VARDI ÖTEKİ KAPI…”

15 Şubat 2013 Cuma

GEÇMİŞİ KAYIP ŞEHİR (2)


“Bir kapı vardı, öteki kapı… siviller, askerler, doktorlar ve mimarlar o kapının arkasından bakıyorlardı. Bu çağın hiçbir çıplağı o kapıyı görmemişti oysa. Neden korkuyorlardı? Kişiliksiz bir yapıydı kapının üstünde durduğu o yapı. O yapı ki, ne kendi çağını karakterize edebilirdi kulpsuz kapısıyla, ne de 20 yüzyıla açılırdı. Siviller, askerler, doktorlar ve mimarlar o kapının arkasından hala bakıyorlardı…”

“DENİZLİ EVLERİ”

Coğrafyasında en eski uygarlıklara ait mirasın kalıntılarını hala korumakta olan bir şehrin, şimdiki çağda, yakın tarihine ait kültürel-mimari mirasına bu kadar acımasız davranması ne kadar tuhaf değil mi?

Bu şehre geleli yaklaşık 15 yıl oldu. Henüz geldiğim yıllardan hatırladığım, merkezdeki taş yapıların çoğunun yerinde şimdi yeller esiyor. Çok değil, 2000’li yılların başında Denizli Lisesi ile Çatalçeşme arasındaki bölgede en az 6 önemli taş bina hatırlıyorum. Bunların bazılarını sanat evi, kültür evi ya da benzeri türde kamusal yarara sahip kurumsal mekan olarak kiralayıp kullanma amacıyla az gezmedik.

Birkaç yıl sonra ise aynı bölgede kirada oturduğum binaya geliş gidişlerde hiç birinin yerinde olmadığını gördüğüm zaman içim acımıştı.

Efsane gibi anlatılan bahçeli, cumbalı eski Denizli evlerini hatırlayın. En fazla üç katlı, konak tipi yapıların bahçe içindeki arklardan akan billur suları, bahçeden bahçeye bitişik mekanları birbirine bağlarmış. Bunun şehre ait bir özgünlük olduğunu sanıyorum.(*)

Oysa Sanatta ve eğitimde olduğu gibi Mimarlık alanında önemli isimler çıkmış şehirden. Bir çırpıda sayabileceğimiz bu isimlerin, ne yazık ki kentin geleneksel dokusunun korunmasına katkıda bulunduklarını söylemek zor. Şehrin 850 yıllık en önemli anıtsal yapısının henüz 10-12 yıl önce, bir gece yarısı operasyonuyla herkesin gözü önünde ve bizzat kamusal marifetle katledildiğini biliyoruz. Bunu gözüyle görmeyen şehir dışından birilerine söyleseniz asla inandıramazsınız.

Anlaşılan o ki, kentin güzelim mimarisi özellikle 70’lerin ortalarından, ünlü ‘76 depreminden sonra hızla çözülmüş. 1980’li yılların başından itibaren sistematik bir kıyıma uğramış. Giderek hızlanmış ve 2000’li yılların başında bu yapı katliamı fırtınası dinmek zorunda kalmış. Zorunda kalmış, çünkü geride eskiye dair yıkılacak hiçbir şey kalmamış.

KİTAPLARDAKİ “ESKİ DENİZLİ”
Mimarlar Odası Denizli Şubesi’nin düzenlediği panelin konuşmacıları arasında doğrudan tanıdığım Mimar Necati İnceoğlu, konuyu ele alan bir kitabın yazarı. Birkaç kez röportaj yapıp görüşlerini ‘deşeleyerek’ öğrendiğim Necati Hoca’nın kitabını önemsiyorum. Kitabın metodolojisi, konuyu irdeleyişi, fotoğraf seçimi ve anlatım tarzı sevdiğim bir üslup. Ayrıca Hoca’nın uzmanlığı, bilgilenmenizi standartların üzerine taşıyor. Arşivciliği ise kaybolan geçmişin bu güne tutunmasını sağlayan bir ataç görevini ifa ediyor.

Kitaptan kısaca bahsedelim: Bazı tarihçiler gibi Necati hoca da Denizli tarihini Laodikeia tarihi ile bütünleştiren bir bakış açısına sahip. Mimari geleneğin ipuçlarını ararken, Laodikeia, Ladik, Denizli gibi bin yıllara yayılan kentsel taşınma serüvenini ele almadan edemiyor. Bu tarihsel sürecin 19-20. yüzyıla kadar devam eden sürecini, son yüzyılın yapılaşma ve mimari ekonomisine etkileri ile birlikte ele alışında bütüncül bir yaklaşım sergiliyor.  Kentsel-kırsal mimari, mimari malzeme, kentte yok edilen ve arta kalan yapılar gibi kategorileri birbirini tamamlayacak biçimde işliyor. Kitabın son bölüm başlığı “Bir Kentten Arta Kalanlar.” Bu bölümde özet olarak son otuz yılda kentin neredeyse yok edildiğini, eski mimarlık unsurlarının ortadan kalktığını vurguluyor. Son cümlesi ise oldukça dramatik bir gecikmeye işaret eder gibi: “Bir kentin kültürel geleceğini güvenceye almanın yolu o kentin kültür mirasına sahip çıkmakla başlar…” Sizce de çok gecikmiş bir dilek değil mi?

Başka bir kitap yine “Tarihi ve Kültürel Dokusu ile Denizli Evleri” başlığını taşıyor. Ne yazık ki bu kitap için aynı müspet duyguları taşımıyorum. İlk olarak kitabın mizanpajı çok itici. Neredeyse ilkokul öğrencilerinin bir araya gelip hazırladıkları sınıfın duvar gazetesi yazı tashihi ile dizilmiş. “800. Yıl anısına” yayımlanan kitaptaki seçilen fotoğrafların eski Denizli evleri ile ilişkisi de sanki kerhen. Hiçbir netlik ve özen yok. Eski mimari örnekler o kadar kötü fotoğraflanmış ki, bazen içinizden ‘zavallı ev iyi ki yıkılmış’ demek geçiyor. Risale kalınlığındaki kitapçık Denizli belediyesi marifetiyle basılıp yayımlanmış. Büyük olasılıkla yazarlarının akademik titrlerine katkısı olmuş olmalı. İçeriğine gelince; nispeten ideolojik bir bakış açısının ürünü olan kitap, zaten ilk ithafından anlaşılacağı üzere, “Denizli’nin fethinin ve Türk-İslam beldesi oluşunun 800. Yılı. Bu uğurda şehit olan ve Denizli’ye hizmet eden ecdadı”nı rahmet ve saygı ile anıyor. Yani bilimsel olma iddiasını daha baştan kenara itiyor. Tarihi beylikler dönemi ve Selçuklulardan başlatıp, öncesini tarih dışına sürgün ediyor… Mimariye gelince, onu da biraz fotoğraflarla, biraz alıntılarla, biraz da gezip gördükleri yapıları ‘muhabbetle yad ederek’ inceliyorlar. Tanıyıp bildiğim Belediye kitap yazıcısı arkadaşlarım iyi ki bu duruma düşmeyecek kadar iyi yazan, yazdığına titizlenen insanlar.

30 YILIN FAİLLERİ
Bundan birkaç yıl önceydi. “Denizli Geleceğini Arıyor” başlıklı bir konferans-sempozyum fotoğrafında 1980 sonrası seçilmiş belediye başkanları yan yana resim vermişlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam Ziya Tıkıroğlu, Ali Marım ve Ali Aygören konferans salonunun en ön sıralarında birlikte oturuyorlardı. Her üçü de mimari ile ilişkili mesleğin sahipleriydi. Tıkıroğlu Mimar, Ali Marım İnşaat Mühendisi, Ali Aygören de yine şehrin önemli inşaat şirketlerinden birini yöneten ve mühendis eğitimi almış bir başkandı. Sırasıyla Denizli Belediye Başkalığı yapmışlar, 1980 ortalarından 2000’lere kadar kenti yönetmişlerdi. Yani tüm şehir tarihçilerinin üzerinde birleştiği 1980-2000 arası kentin kültürel-mimari belleğinin yok olduğu dönemde! Tek tek hiçbir başkan için bir yargıda bulunmak mümkün değil. Ama bir gerçek var. Bu kent mimarisi hızla çözülüp katledilirken Başkanlık görevini ifa edenler onlardı. Belediye Fen işleri onların yönetimindeydi. Nitekim büyük final Aygören’in başkanlığında yapılmış, Ulu Camii’den geri kalan ne varsa bir gecede ortadan kaldırılmıştı. (Ünlü, Ağahan ödüllü Cengiz Bektaş’ın aynı dönemde, aynı tarihlerde Aygören’in danışmanlığını yaptığını unutmayalım!)

ESKİLER ATIYORUZ!
‘Eski Denizli’ deyimi bana retorik olarak çok tuhaf geliyor. Geçmişini kendi elleriyle kıyama uğratmış, hiçbir iz bırakmamış, hala ören yerlerini bile güncel turizm anlayışlarına peşkeş çekme sevdasındaki bir şehir burası. Örneğin, yıllardır Pamukkale-Hierapolis kazılarının yavaş gittiğinden yakınırız, Kocaçukur çevre düzenlemesi hangi taş döşemesi ile yapılsın üzerine kıyamet kopartırız (ki doğal halinin yerini hiçbir şey tutmuyor), 12 ay Laodikeia’yı kazacağız, restore edeceğiz vs. diye yırtınırız; tek bir amaç içindir tüm bunlar: Kısa sürede turizm kaynaklı yeni rant alanları açılsın, genişlesin! Hierapolis’te yapılan kazıların hangi planlama ile yapıldığına kafa yoran bir tek iş adamı gösteremezsiniz. Ondan geçtim, biraz ilgi göstereni de oldukça fantastik bir-iki işadamını geçmez. Laodikeia, Denizli Belediyesi için siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda rant sağladığı bir alandır. Bakanlıktan işletmeyi devralmış olmasını, sahipliğini devralmış gibi sunması da bundandır. Keza Üniversite ye ne demeli? PAÜ bu konuda çok temiz mi acaba? En azından duruşuyla, sessizliğiyle, kafasını kuma gömme politikasıyla kirlenmeye ortak olduğu söylenebilir. (PAÜ ile ilgili çok daha fazlasını yazıp çizmek için yeterince argümanımız, materyalimiz cephanemizde saklıdır, şimdilik böyle biline.) Sözün kısası, eskiler sadece rantı oranında değer kazanıyor gözümüzde. Yoksa atın gitsin.

Bir kent ve başına gelmiş mimarlık belalarına dair izlediğim konferansın bendeki izlenimleri, anımsatmaları, anlatamadıkları ve diğer şeyleri üstüne ol düşündüklerimiz bunlar oldu.

….. HAKKINI YEMEDEN
Artık sular durulduğundan mı, yapı canavarları doyduğundan mı yoksa yıkılacak bir şey kalmadığından mı bilinmez, 2000’lerin ilk birkaç yılı sonrası geleneksel mimarinin yok oluşu hız kesti. Belki de sebeplerin tümü bu hız kesmeyi sağlayan faktörler oldular.

Ardından korumacı anlayışa dair sesler yükselmeye başladı. Ya da önceden beri çıkan sesler daha anlaşılır oldu. Mimarlar, mühendisler, doktorlar, avukatlar ve diğerleri artık o kapının ardından bakmak yerine, aralayıp bir adım öne çıktılar. Kollarını açıp siper etmeye çalıştılar. Safları başkaları katılıp sıklaştırdı. Belediye Başkanı ise artık mimar ya da mühendis değildi. O da bazen bu çatlak seslerin içine katılmayı uygun gördü ve birkaç restorasyon için kollar sıvandı. Arkası geldi, başka projeler bu çalışmalara eşlik etti. Çoğu uzmana göre restorasyon kuralları ihlal edilerek yapılıyordu bu iş. Nitekim bazılarının mahkemelerden döndüğü oldu. Ama zamanın zorladığı koruma anlayışına kısmen boyun eğmek zorunda kaldılar ve sonuçta bazı yapılar korumaya alınıp restore edildi.

Şimdilerde bu tür korumacı örnekler çoğalıyor. Dileğimiz daha da çoğalması ama yoktan var edilmiyor. Ne yazık ki elde kalan mimari malzeme koca okyanusta adacık gibi bile durmuyor.

 

(*) Su kültürünün bu şehirde çok yaygın biçimde yaşandığı eski çağlardan beri sır değil. Gerek Hierapolis ve çevresi, gerek Lycus çayı üzerindeki Colossae ya da Laodikeia çevresindeki lokal göller, hatta Tripolis ‘in üzerine kurulduğu Menderes ve Lycus çayının birleştiği verimli Yenicekent ovası bu kültürün bitmez tükenmez kaynakları olagelmiş. Çıkan, buluntulanan, saptanan yazıtlarda veya rölyef heykellerde bunca balık figürünün bulunması, suyun kutsanması rastlantı olmasa gerek.

 

 

 

 

 

 

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

Haklıya haklı   -  Bağlantı 15 Şubat 2013, 17:26

Güzel yazı.Geçmişi kaybetmişiz bu belli..Bari bundan sonraki binaların bir mimari estetik ve güzellikle inşa edilmesi,şehrimize anlam katması nasıl sağlanır onun üzerine kafa yormak gerekiyor herhalde..Düz duvar ve cam anlayışından vazgeçip abartıya kaçmadan az da olsa figürlü-desenli, taş binalar okullar resmi daireler vs. yapılamaz mı acaba? .Bir ara Adalet Bakanlığı kimlikli kişilikli binalar adıyla bir çok güzel adliye yaptı hala da yapıyor, Milli Eğitim Bakanlığı gelenekten geleceğe diye güzel okullar yaptı..Bunları genele yayabilmek gerekir..

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı