
‘İtaat’ Yoksa Lider Çaresizdir!
26 Ekim 2016 Çarşamba
Geçen hafta Hannah Arendt, “Kamu Vicdanına Çağrı” başlıklı yapıtta yer alan makalesinde, diktatörlük, baskı, monarşik geçiş vb. dönemlerine özgü olarak bireyin toplumsal süreçle kendini ilişkilendirişi üzerine bir saptama yapmış, bu saptamanın ışığında iki soru sormuştu.
İlk sorunun yanıtını yayınladık. O yanıtta gördük ki, ‘itaat’ etmeyi reddeden insan, sadece kendisiyle birlikte yaşama alışkanlığı olan insandır. Bireyin çok özel bir isyan veya devrimci donanıma sahip olmasını beklemeden, gündelik davranış kalıplarını analiz ederek sonuca varan bu yaklaşımın ilginç tarafı, “saygın toplumun ahlaki çöküntüsü”nün ideolojik araçlarını itaat ilişkisinin arka planında bulmasıydı. “… bu koşullar altında güvenilecek insanların, savundukları değerleri yere göğe koyamayanlar ya da ahlaki normlara ve ölçülere sıkı sıkı sarılanların olmadığı” tespitiydi. Geleneksel entelektüel normalar ölçeğinde ‘sıradan insan’ vasfına haiz görülen bu erdem öngörüsü, yazarın ikinci soruya verdiği yanıtla daha açık biçimde nitelenebilir hale geliyor.
***
Yazarın soruları nelerdi, ikinci soru neyi içeriyordu, hatırlayalım. “Şimdi iki soru ortaya atmak istiyorum. Birincisi ayaklanıp, isyan edememiş olsalar da, kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yaşamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi? İkincisi, sisteme olası bütün kademelerde ve çok farklı görevler üstlenerek hizmet eden insanların, basit birer canavar olmadıkları konusunda hemfikirsek, bu insanları bu davranışa iten neydi ve şimdi, “yeni düzenin” ve onun değerler ıskalasının yıkılmasından sonra, bu davranışlarını hangi ahlaki-hukuki değil-gerekçeyle mazur göstermekteler?”
***
İkinci sorunun yanıtı, ilkinde olduğu gibi oldukça sarih ve net: İtaat aslında çaresiz bireyin kabulü değil, doğrudan itaati isteyen örgütü ya da otoritenin desteklenmesi ilişkisidir diyor. İşte Arendt’in kendi sorusuna verdiği orta uzunluktaki yanıtı:
“Dikkatimizi ikinci soruma yani kendilerinden istenen şeyleri görev olarak kabul edenlere ve bunların kendilerini haklı çıkarmak için öne sürdükleri ahlaki gerekçelere yöneltirsek, sorun biraz daha netleşir. Gerekçe hep aynıdır: Her organizasyon, üstlere ve yürürlükteki yasalara itaat ister. İtaat bir erdemdir; hiçbir siyasi topluluk, hiçbir örgütlü yapı itaat olmadan varlığını sürdüremez. Bu gerekçelerin tümü öylesine basit gözükmektedir ki içerdiği yanlışı ortaya çıkarmak belli bir çabayı gerektirir. Burada doğru olmayan “itaat” kelimesidir. Gerçekte sadece bir çocuğun itaat etmesinden söz etmek mümkündür; bir yetişkinin “itaat etmesi” ise gerçekte, “itaati” talep eden örgütü, otoriteyi ya da yasayı desteklemesi anlamına gelir. “İtaat” kelimesini tüm bu durumlar için kullanırsak bu kullanım, – Platon ve Aristo döneminden beri – bize, birlikte yaşayan her insan topluluğunun hükmedenler ve hükmedilenlerden oluştuğunu, birincilerin emir verdikleri, İkincilerin ise bu emirlere itaat ettiklerini söyleyen, çok eski politik-bilimsel tasarıma dayanır.
… bunların, ortak eylemlilik düzleminde insanlararası ilişkiler konusunda var olan daha eski ve bence daha doğru anlayışların yerine geçtiğini vurgulamak istiyorum. Bu eski anlayışlara göre, çok sayıda insan tarafından icra edilen her edim, iki bölüme ayrılabilir: “Yöneticinin” yaptığı başlangıç bölümü ve artık ortak bir iş haline gelen şeyi başarıyla sonuçlandırmak üzere çok sayıda insanın katıldığı icra bölümü. Burada tayin edici olan, hiçbir güçlü insanın, niyetlenilen şeyi icra eden başka insanların yardımı olmaksızın, iyi ya da kötü hiçbir şeyi sonuçlandırmayacağının bilinmesidir. Burada, “liderin” kendi benzerleri arasında ilk olmaktan fazla bir şey olmadığı bir eşitlik tasarımı söz konusudur. Ona itaat eder gibi gözükenlerin gerçekte yaptıkları şey, lideri ve liderin girişimini desteklemektir. Bu tür bir “itaat” olmadan lider çaresiz kalırdı. Buna karşılık, çocuk yuvasında ya da kölelikte – yani itaat tasarımının bir anlamının olduğu bu iki alanda (ki kavram politik düzeye de bu örneklerden yola çıkılarak taşınmıştır) – çocuk ya da köle “işbirliğini” kabul etmediği takdirde çaresiz kalır. Mutlak hiyerarşik düzeniyle, katı bir bürokratik örgütlenmede bile, “dişlilerin” ve çarkların çalışmasını, alışılmış olduğu üzere yöneticilere karşı itaat olarak değil, ortak bir girişimin kapsamlı bir biçimde desteklenmesi olarak görmek daha anlamlı olurdu. Eğer ülkenin yasalarına itaat ediyorsam, gerçeklikte onun anayasasını destekliyorum. Suskun kabulden vazgeçip, itaat etmeyi reddeden isyancı ve devrimcilerin tavırları, olayın gerçek yüzünü yani itaatin aslında desteklemek demek olduğunu açığa çıkarmaktadır.
Bu şekilde bakıldığında, diktatörlük yönetimi altında kamusal yaşamda yer almayanlar, aynı zamanda, itaat prensibine dayanılarak bu tür bir desteğin talep edildiği “sorumluluk” alanlarından kaçınarak diktatörlüğü desteklemeyi reddedenlerdir. Yeterli sayıda insanın ne ölçüde etkili olunacağını görmek için herhangi aktif bir direnişe bile kalkışmadan bu şekilde “sorumsuz” davranıp, yardımı, desteği reddetmesi durumunda bu tür hükümetlerin başlarına neler geleceğini bir an için düşünmemiz bile yeterlidir. Burada söz konusu olan, gerçeklikte, yüzyılımızda keşfedilen, şiddete dayalı olmayan eylemlerden, direniş biçimlerinden biridir. Yani bu yeni canileri eylemlerinden sorumlu tutmamızın nedeni, politik ve ahlaki meselelerde itaat gibi bir şeyin var olmayışıdır.
Sonuç olarak işbirliği yapan ve emirlere uyanlara, “neden itaat ettin?” sorusunun değil, “neden destekledin?” sorusunun sorulması gerekir. Bu kelime değişikliği, kelimelerin, asli özelliği konuşan bir varlık olan insanın düşünme süreci üzerindeki özel ve hâkim etkisini bilenler açısından, anlamsız, semantik bir kelime oyunu değildir.
***
Arendt kendi sorusuna böyle yanıt veriyor. Sonra ekliyor: “Elbetteki kötücül “itaat” sözcüğünü ahlaki ve politik düşünce sözlüğümüzden çıkarıp atmamız büyük bir kazanç olurdu. Bu sorular üzerine kafa yormak ise bize özgüvenimizi, hatta gururumuzu – eski zamanların, belki insanlığın değil ama insanın şerefi veya onuru diye adlandırdıkları şeyi – bir ölçüde de olsa yeniden kazandırabilir.”
Kazandırabilir mi? Neden Olmasın?
Ortaçağın karanlık yüzyıllarına rağmen, daha eski çağların ‘onur’ imgesini Aydınlanma ile soylulaştıran insanoğlu, her yarım asırda bir yeryüzüne tanrının sureti gibi düşen ‘imparator tanrı’lara karşı aynı direnişle ‘onur’unu neden kazanmasın?
Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir
Yorumlar
Yazılarınızı okuyorum. Bütünsel olarak bakıldığında bir tutarlılık söz konusu,akademik açıdan bakıldığında ise okuyana katkı sunabilecek nitelikte buluyorum.Emeğinize sağlık