REKLAMI GEÇ

KİRLENMENİN KISA TARİHİ

28 Ekim 2014 Salı

Ekonomi ihtisası yapmış olanların yıllarca dillerinden düşürmedikleri ‘milli sanayileşme, kalkınma hamlesinin’ acı sonuçlarını yaşamak şimdiki kuşakların kaderiymiş meğer. Baksanıza, bu güzel ülkenin hangi karış toprağı, ormanı, suyu bu hamlelerin etkilerini taşımıyor?

Çok değil, 40 yıl önce hala köyden kente göçün hızını kesmediği zamanlardı. 1950’lerin Marshall planı ile kurgulanan ‘sanayileşme’ ütopyası, aslında bağımlı ve montaja dayalı bir değişim projeksiyonundan başka bir şey değildi. O zamanlar Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşların her gün kapısı aşındırılır, üç kuruşluk kredi için hatırı sayılır takla atılırdı.

***

Biraz daha geriye gidip 1930’ların büyük ekonomik bunalım yıllarına uzanalım. Yeni biçimlenmeye başlayan Cumhuriyet yönetimi, o dönem alınabilecek en akıllıca kararı alıyor, Başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm batı ve denizaşırı ülkelerin başvurduğu yöntemle, bu günkülerin unuttuğu ‘Keynesyen’ makro iktisat tedbirleri ile bunalımın yarattığı yükü önlemeye çalışıyordu. Diğer adıyla devletçi ekonomi politikalarından sonuç alındı. Zaten yoksulluğun pençesinden gelen Osmanlı artığı hazine, en azından daha büyük yoksullukların yaşanması tehlikesine set çekti. 1920’lerin başında yapılan İzmir İktisat Kongresi bu gidişatın çerçevesini çoktan çizmişti. Mustafa Kemal’in “Kendi Burjuvazi sınıfımızı yaratmalıyız” öngörüsüne uygun bir iktisadi düzenleme için temeller atılmış, ikircikli politikalara nasıl son verileceğinin hesabına girişilmişti. Büyük bunalım yılları bu ikircikliğe son verip kesin bir iktisat politikasının önünü açtı. (Bu ve benzeri konularda Reşat Kasaba, Sina Akşin, Zafer Toprak gibi yazarların eserlerine kaynak olarak başvurulabilir.)

***

1950’li yıllar bu gidişatı değiştiren bir manevra ile başladı. Çok partili dönemin toplumsal yapıdaki gelişim eğrisini düşüren en kötü performansı bu alanda baş gösterdi. Yabancı yatırımların önünü sonuna kadar ve ölçüsüzce açan çeşitli karar, kanun ve kararnameler bu dönemde yayınlandı. Göç olgusu bu dönemde başladı. Sermaye girişlerinin tahakküm ölçüsünde avantajlı olanaklarla daveti yine bu dönemin ürünü oldu.

***

Çok uzatmadan özetleyelim; 1970’li yıllara kadar kör topal gelen sistem, 1976 OPEC petrol bunalımı ile öteki yüzünü gösterdi. Para birimi dibe vurdu, petrol fiyatları fırladı, işsizlik oranı Cumhuriyet döneminin en yüksek seviyelerini buldu. Gün 1930’ların günü değildi. Güçlü ülkelerin hiç biri ile dengeli ve eşit ilişki kurulmamıştı. Ekonomik parametreler çoktandır tümüyle batının kapitalist ölçeklendirmesine endeksliydi.

Ekonomi profesörü Milton Friedman’ın yıldızı bu dönemde parladı. Friedman OPEC’in petrol fiyatlarını yükseltmesi karşısında bocalayan sisteme kısaca ‘para politikası’ olarak adlandırılan dalgalı kur politikasını önerdi. Rantçılığın ana rahmi de diyebiliriz. Monetarist iktisat anlayışının en önemli temsilcisinin Amerika’daki Devlet okullarında öğrencilere ücretsiz öğle yemeği verilmesi tartışmaları sırasında söylediği “There is nosuchthing as a FreeLunch” (Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur) sözü monetarist ekonomiye bakış açısındaki para eksenli felsefenin tipik genellemesi oldu. 1930’ların John Maynard Keynes iktisat anlayışına özgü “para değil, yatırım önemlidir” anlayışı böylece tarihe gömüldü.

***

Türkiye 1980 24 Ocak kararları ile yeni bir döneme girdi. Bu politikaların uygulanması 12 Eylül darbecilerine nasip oldu. İlkin paranın değeri develüe edilerek düşürüldü. Devletin ekonomideki müdahale alanları kademeli olarak küçültüldü, kısa adı KİT olan Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin elden çıkarılmasının önü açıldı. Enerji, ulaştırma gibi temel ekonomi alanlarında sübvansiyonlar kaldırıldı. Dış ticaret serbestleştirilerek yabancı sermaye yatırımları teşviki ve kâr transferlerine kolaylık sağlandı.
Böylece liberal iktisat adıyla sunulan, aslında Neo Liberalizm olarak sistemi yeniden üretmeye dönük iktisat politikaları geç modernizmin Türkiye’deki tezahürüne dönüştü. Bundan sonrasını tutabilene aşk olsun. Onca kamu malı satıldı, peşkeş çekildi. Bitmedi, bu gün dahi hala satılmaya çalışılan, satıldıkça milyarlarca dolar gelir getirme potansiyeli olan KİT’ler bitmek bilmez hazine gibi devletin uhdesinde iştah kabartmaya devam ediyor.

***

Sonuç: Bu tarihin sonucu, dönemsel iktisadi yönetimlerle, aslında tam bir sistemsizlik içinde geçen Türkiye İktisat tarihinin hazin tablosudur. Henüz Osmanlı’dan başlayarak süregelen “Ali Osmani’de taş biter mi,verin gitsin!” mantığı önce Berlin Bağdat demiryolu hattı imtiyazlarına, giderek 1950’li yıllarda yeniden hortlayarak ‘koyveringitsin’e dönüşmüştür. Daha fazlası istenmiştir. Özenilmiş termik santraller, doğayı katleden sanayi yapılanmaları, su kaynaklarını kurutup çürüten tarım politikaları hep bu dönemlerin ürünüdür.
Bu gün doğanın, çevrenin, toprağın suyun ve havanın yaşadığı dramatik yok oluşta birinci derecede sorumlu olan bu politikalar ve o politikaların her dönem uygulayıcısı olagelenlerdir. Mevcut yönetimler hala ‘yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin’ anlayışında değil mi? Ya da ‘ihracat yapalım da nasıl yaparsak yapalım’ zihniyeti kime ait? Kurulan Organize sanayiler için önce en gerekli şeyleri; toprağı ve suyu kim feda ediyor? İstim arkadan gelsin anlayışıyla, sonradan alınan koruma önlemlerinin kifayetsizliği neden sizce? Neden hala “kerim devlet”, “baba devlet”, “devlet ne eylerse mümtaz eyler” kabulüne dayanan toplumsal ilgisizliğimiz sorgulanmaz? 2B orman arazilerinin kullanıma açılması, havsalaya sığmayacak rant gelirleri, türedi inşaat zenginleri sanıyor musunuz birer tesadüf eseridir?

***

Kirlenmenin kısa tarihi, bize sadece belirli alanlarda değil, bu musibetle her alanda boğuşmanın aynası oluyor. Politikadan ekonomiye, yerel yönetimden eğitime kadar uzanan çok yönlü bir kirlenme zinciri.
Aylardır yazdığımız Menderes güzergahındaki en önemli su bağlantılarından olan Çürüksu’nun tüm çürütülmüşlüğü ile seyretmeye devam ettiğimiz akışına çaresizliğin kökleri de buralarda. “Henüz 20 yıl önce ben buradan balık tutar, yüzmeyi öğrenirdim” diyen orta yaş ve sonrası kuşakların içgüdüsel olarak farkında olup, dile getiremedikleri gerçekliğin arkaplanını böyle bir tarihsel geçmişte aramak genelleme sayılmamalı. Aksine bam telinin tam da burası olduğunu düşünüyorum. Yoksa herhangi bir boyahane, bir ziraatçı, bir mermerci ya da tekstilcinin tekil olarak bu çürümüşlüğe katkısı elbette aysberg’in parçası bile olamaz. Keşke tek bir odaktan kaynaklansaydı da o odağın kurutulması için seferber olup üzerine çullansaydık!

Not: Yazılar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir

Yorumlar

fikret   -  Bağlantı 28 Ekim 2014, 12:49

Gazetenizin ve özellikle Yaşar Tok beyin haftalardır çok kritik bir konuda gösterdiğiniz duyarlılığı ve çabayı kutluyorum. Çok da ümidim yok ama, dilerim faydalı olur, mesajlar ilgili yerlere ulaşır da gerekli önlemler alınır.
Saygılarımla..

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı