REKLAMI GEÇ

BİR ANIN İÇİNDEYİZ HEPİMİZ…

24 Ekim 2017 Salı

Dilimizle aklımızın arasında kapladığımız yer kadar varlığımız…

Elimizin uzandığı mesafeyle ölçülen bir oluşun mekânını işgal ediyoruz…

Soluduğumuz nefes genişliğinde bir yaşamın ağrısını kokluyor, koşturabildiğimiz ayakların hizasında bir yürekle kendimizi var kılabiliyoruz…

Dokunduğumuz şeylerin sıcaklığı kadar bir diğer canlının sıcaklığını kavrayabiliyoruz…

Dinlediğimiz bir türkünün ağırlığınca kendi varlığımızın köklerine dair yeni duyumlara kapılabiliyor, serin bir rüzgârın tenimizi irkilten incecik üşümesinde bir bedenle şekil aldığımızı kavrıyoruz…

Bizi kendi derinliğimize ulaştıran bir köprü gibi dışarıyla içerinin kamaşmasında ancak ağzımızın genişliği kadar bir tadın evinde konaklıyoruz…

Bir şiirin dokunduğu şeylerle inceliyor, bir resmin aklına düştüğü renklerin dokusuyla düşlerimizi dünyaya doğru çağırabiliyoruz…

İnşaat malzemeleri, demir yığınları, ahşap eşyalar, nikelajlı yorgunluklarla giderek mekânımızı daraltan şeylere ellerimizin sunduğu ustalıklar kadar insan sıcaklığına dokunuyoruz…

Her şeyin daha ağır makinelerle biçim kazandığı ve her şeyin daha çok dijital kirlilik ve hızla anlamlandırıldığı bu çağda durup yavaşladıkça, kafamızı gökyüzüne doğru kaldırıp “ben bu denli acımasız nereye doğru koşturuyorum” sorusunu kendi benliğimize dokundurduğumuzca inceliyoruz…

Konuşmadan önce düşündüğümüz, düşünmeden önce mağrur bir ruhun derinliğinde saklı şeylerin yavaşlığıyla kendimizi dinlediğimiz kadar bir ben oluyoruz…

Sonra yine aklımızla dilimizin kapladığı yer oranında büyüyor, boyumuzun üzerinde söylenen beylik ve derinliği olmayan şeylerin kıskacıyla küçülüp aşağılık bir şeye dönüşebiliyoruz…

Ama her daim bir sevginin diliyle okşandığımız müddetçe insan, bir insanın bütün inceliklerini kuşandığımız müddetçe hayvanlaşabiliyoruz…

Yeryüzünde soluk alma şansı bulmuş her şeyin iklimini duyumsadığımız müddetçe yeryüzüne ait bir varlığın değerli bir unsuruna dönüşebiliyoruz…

Yani olduğumuz şeyin altında olamayacağımız şeylerin düşlerini kurmadığımız müddetçe kendimizin anlamlı bir şeyi olabiliriz…

Aklımıza ve kalıbımıza sığmayacak denli aşağılık bir kibrin bünyesine dönüşmediğimizce de değerli kalabilecek bir benliğin eviyiz…

Yani, insan olarak doğduk ama insan olarak yaşayabilecek denli yetilere sahip olabilirsek bir şeylerin yerini kötülükten arındırıp iyilikle bulaştırabiliriz…

Yani, hepimiz bir anın içindeyiz…

Ama kimimiz, kendi anının Çin’inde, kalabalıktan kayıp bir bedenin kimsesizliğinde boğulmaktan yitik…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı