REKLAMI GEÇ

EGE’DE EFELİK OLGUSU ÜZERİNE MİTSEL OKUMALAR – 5

11 Temmuz 2019 Perşembe

Hüsamettin Ataman’ın Gözüyle Demirci-1.KISIM

Hüsamettin Ataman’ın kendi yayını ve oylumlu araştırmasıyla ortaya çıkan “Demirci” kitabı 2019’da yayımlandı ve büyük ebat olarak toplam 428 sayfadan oluşuyor.

Denizli’nin döneme özgün suskunluğunu kapı aralayıp Demirci öznelinde dönemi anlatan Ataman, karanlıkta kalan veya bilinçli olarak karartılan “Denizli Vakası”nı birçok kişilere, yayınlara ve resmi-gayrı resmi belgelere atıf yaparak okura sunuyor.

Kaynak, belge ve dönemin anlatıcılarına başvuran Ataman ayrıca dönemden etkilenmiş kişiler ve yakınlarıyla yüz yüze konuşarak ve Demirci’nin çevresinde bulunan kızanların yakınlarıyla görüşmeler yaparak önemli bir arşivi derlemiş.

Dönemin olaylarına bu geniş perspektiften bakan Ataman, edindiği derleme bilgilerle de kitabının dayanağını güçlendirmiş, kendi yorumuna dayanak oluşturmuştur. Bu geniş anlatı, roman formatının da dışında bir belgesel nitelik kazanmış kanımca. Ama alıntılarla bezenilen konular arasında dönemin içine girebiliyor, hikâye edilen mekânın bir parçası olabiliyor, bazı tekrarlarla da bir olayın farklı boyutlarına ulaşabiliyorsunuz.

Döneme zeybeklik cephesinden karışan efelerin de kimliğine baktığımızda bu sınıfsal konumu kolayca görürüz. Hiçbir toprak ve esnaf ağası zenginin çocuğu efe olmamıştır. Tüm efeler, şehirlerden değil, yoksul köylerin fakir kızanlarından dağa çıkmadır. Zengine zulüm yapmıştır ve başta kızanları olmak üzere köylüye, fukaraya dağıtmıştır. Bu nedenledir ki halk nezdinde güçlü bir karşılık bulmuş, devlet nezdinde de eşkıya, terörist olarak kabul edilmiştir.

Bunun yanı sıra dönemin varlıklı kesimleri ise her daim iktidarlarla iyi geçinmiş, şehrin önde gelen ve idarede etkin yöneticisi olmuş, doğal olarak da alınan kararlarda söz sahibi olmuştur. Bu haliyle her zaman da kendi çıkarlarını ön planda tutmuştur. O denlidir ki düşmanla işbirliği yapan bir burjuvazi ile bile karşı karşıyayız. Sınıfsal çıkar, evrensel tüm yasaların üzerinde bu bölgede de içkin doğasıyla işlemiştir.

Denizli Vakası’nı temel alan Hüsamettin Ataman bu kitabında da bu tarihsel olayı öncesi, anı ve sonrası olarak belgelerle ortaya koymuş, anlatıcıların ağzından aktarıcı görevini tarihsel bir sorumlulukla yerine getirmiştir.

Tarihsel olayları ve trajedileri böyle özgün bir sosyolojik bakışla irdelemeye alışkın bir toplum değiliz. Özellikle politikacıların anladığı resmi tarih bilgisiyle hareket edersek doğruların alabildiğine ters yüz edildiği ve katliamların neredeyse korunduğu bir çarpıtma düzeneğiyle tarihe baktırılırız. İktidarların, zenginlerin ve aristokratların tarih algısıyla yeni trajedileri önleme olanağımız da olmayacaktır bu yüzden. Nitekim cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana ülkemiz birçok savaş, katliam, kıyım ve acıların yaşandığı bir coğrafya olmaktan da kurtulamamıştır. Çünkü toplumsal yaralarıyla yüzleşmeyen bir iradenin sonucu olarak travmalar yaşamaya devam eden bir toplum haline gelirken halk hep bu trajedilerin mağduru durumunda kalmaktan da kurtulamamıştır.

Denizli vakası’nın karakutusu hala kayıp
Ataman, Demirci kitabının ilk bölümünde zeybeklik ve efelik olgularına kapı açarken Aydın ve Denizli bölgesinde yaşayan efeler hakkında bilgiler veriyor. İkinci bölüm ise uzunca bir mecrada Demirci’yi ve milli mücadele dönemini anlatıyor. Üçüncü bölümde Denizli’nin yüz yıl önceki sosyal dönemi anlatılırken dördüncü ve beşince bölümde de Denizli Vakası’nı ve sonrasındaki süreci anlatıyor.

Ataman kitabının sonuç bölümünde de dönem olaylarını kendi süzgecinden geçirerek değerlendiriyor. Önemli bir tarih bilgisi ve araştırmalarıyla süreci belgeleriyle ortaya koyan Ataman bir Mimar duyarlılığıyla da toplumsal tarihimizin derinliklerine sızmayı başarıyor. Tarihin karanlık noktalarına dokunarak yüzleşmek adına sosyal trajedilerimizi önümüze kadar getiriyor. Bunu yaparken ne mağdurları rencide ediyor ne de katliam boyutunda yapılan şiddeti övüyor. Doğal olarak bazı sorular soruyor ancak bu soruların birçoğunun yanıtları karanlıkta bırakılmış. Tarihin bu köşesine şöyle yukardan bakarsak eğer; bu karanlık durumun böyle kalması gerektiği iki kesim tarafından da çıkara uygun düşmüş gerçeği bile var.
***
Kitapta Müftü’nün Denizli’den Tavas’a gitmesi, Atatürk’le olan soğuk ilişki ve bu ikilinin daha sonraki süreçte Denizli’de görüşmemeleri, başta Necip Ali Küçüka, Fahir Akçakoca, Müftü’nün kaçaklı oğlu Fevzi Bey’in sonsuza dek susması, diğer oğul Lütfi Bey’in anılarını yazmasına rağmen vakaya girizgah yapmaması karanlık noktalar olarak kalmıştır. Bu karanlığın özellikle bırakılmış olduğu ortada kanımca. Çünkü ve o dönemde başta belediye başkanı Tevfik Bey olmak üzere Yargıç Seyfi Efendi, Karahacıoğlu Salih, Feyzullahoğlu Ahmet gibi şehrin ileri gelen dokuz kişisi “Göç etmeyeceklerin haklarını koruma derneği” ni kurarak Osmanlı ve ihtilaf yanlısı oluşumun etkin gücünü kentte oluşturup Kuvayı Milliye hareketine karşıt bir işbirlikçi güç çıkarmışlardır.

Bu olaylar üzerine kusurlu olduklarını itiraf eden olmadığı gibi suçsuz olduklarına dair de bir karşı sesin haykırılamadığını hesaba katarsak olayların boyutunun görebiliriz. Doğal olarak da Konya’da, Balıkesir Biga’da ve Bolu’da birçok isyanı kanlı bir şekilde bastıran Demirci Efe bu olayda da aynı yöntemi uygulayacaktır.

Yapılış tarzının onaylanmadığı bu olay sonunda şehrin merkezinde sorgusuz sualsiz bir katliam yapmak elbette koşullarla da açıklanamaz. Sorgulayıp suçluların ve suçluyu arkadan organize edenlerin belirlenebilmiş olması, konunun daha anlaşılır kılınmasına ve bugün de karanlıkta kalmamasına katkı sağlamış olabilirdi.

Açıkça görülüyor ki gerek işbirlikçi zengin Denizlili eşrafın ve kent ağalarının vatan hainliğiyle eşdeğer görüldüğü bu girişimlerinin deşifre edilmemesi; gerekse de Demirci’nin katliamının da uzun yıllar dillendirilmemesi, konunun herkesin çıkarına uygun olarak susma ve susturulmayla kapatılmasına katkı sağlamış. Derin sessizliğin önemli nedeni kanımca budur.

Bu son tespit bu kesimlerin ortak çıkarlarına da uygun düşmüş olmalı. Sadece bu olgu bile savaşın sınıfsal karakterini teşhir etmesi bakımından yeterli. Savaşın da barışın da belirleyicisi, zengin sınıfının çıkarlarının her zaman her şeyin üzerinde olması gerçeğidir. Ölenler de her daim yoksullar olmuştur ve olacaktır. İşte tüm savaşların trajedisi bu. Olan her zaman masum halkların insanlarına olmakta, zenginler her zaman bu işten çıkarına uygun olarak kazanan safta yer almayı bir şekilde başarmaktadır.

Bu kitabı ve olayları irdelemeyi sürdüreceğiz…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı