REKLAMI GEÇ

BİR DÜŞ GÖRÜMLÜK ZAGREB Yol ve Ötesi – XVIII-

12 Eylül 2017 Salı

Aklımızı oradan oraya taşırken kalbimizin atışıyla ilgili hangi düşlere yaslandığımızı anlatabilmenin bir dili olamayacak. Dilin olmaması değil midir dünyanın cehennemi? İnsan bazen anadilinde acı çekerken aklını ve kalbini yitirmenin, sonra da kendi dilinde susup kalmanın, konuşmak denen o cehennemin korkunç ateşinde sessizliğin seslerine yenilebilir.

***
Bu yüzden ben soyunun demiyorum size
Kentlerin sabaha suskunluk biriktiği
Bu cehennemin dışa yansıması
Yalanlar toplamı değil midir bir ülke
Ve insan yüzü kirleten vitrin camekânları…

Yoksulluğu ansıtan o işvelere gidiyorum
Beni anlatana
Beni susuzlukla sınayıp suyu soysuz bırakana
Bir köprü biraz da uçurumdur geçilmeden önce

Kentte yüzsüz olan her şey birine benziyor
Birine sana ve bana biraz da bizden kutsanana
Ve yıkılmış köprülere ağıt yakılan
Koşmasından kırılmış bir çocuğun bacağına

Vakitsiz bir düşten kalkmak kuşları incitiyor
Ben soyun demiyorum sana
Benim adımın geçtiği sokaklarda uyuma
Ama istersen yine de soyun sen
Çıplakken kendinsin sadece…

Öyledir ki insan, en çok kendi dilinde acı çeker. En çok aklına, kalbine ve vücuduna kalın şeyler örtündüğünde. En çok en bildiği şeylerin sancısında konaklar, büyük bir sadakatle içinde taşıdığı şeylerin koşmasında tökezler. Büyüdükçe yük edinir ruhuna. Benliğiyle bir büyüyen bu yükler arttıkça artar da hafifleme duygusuna dair tüm duyarlığı körelir. Sonra büyük düşmeler edinir ama ayaktadır. Olur olmadık zamanın zerrelerinde gövdesiyle oradan oraya gider ama bir sürüklenmedir bu gitmeleri. Gidilecek yer konusunda dolaysız bir yön tutar insan.

Tercihleri karşısında ise kocaman bir yeniktir. İnsanların sürekli karşısına çıkan kavşaklar onca seçeneğine karşın bir yere ulaşılır yollar açmaz. İnsan bir sefer yenilmenin ağrısıyla yıkandığında ise zamanının bütün evrenini bu yenilginin renkleriyle bezeyip kendine ait bir dil edinmeye girişir. Bu dilin ağzıyla konuşur elbet herkes, ama kimse kimseyi anlamaz, devasa bir gürültünün içinde kaybolmaya başlarsın sonra. Aslında hepimiz de aynı dilin akşamında konaklayan birer yalnız yıldızlarız. Aynı dili konuşup, aynı sesleri çıkararak birbiriyle anlaşamayan bir aynılığın bataklığında dibe doğru gömülen bir suskunun ağzıyız. O kadar aynılaşmış bir sesle yaşarız ki, kimse kimsenin evinin konuğu, bahçesinin meyvesi, sokağının sakini, köyünün köylüsü, kentlinin mutlusu, aklının delisi değil. Düş kurmakla düşmek arasında geveleyen bir dil bu. Bu dilin evinde insan tanesi kadar evren var ve evren kadar insan. Şarkıların nakaratlarında cehennemi bir sıcakla serinlemeye çabalarsın ama senin varlığını tarif eden tek şey, bunca kalabalığın ortasında soluk alan koca bir yalnızlıktır. Sen, dilinin ve sus’unun gövde bulmuş hali. Yalnızsın…
***
Ahmet Oktay’ı dinleyip
Bütün yolculukları unutsak bile nasıl
Başlanır ki yeni acılara…

Ne kalır ayrılıklardan
Ve büyük yenilgilerden geriye

yola çıkmaktan başka…


İşte böyle, bu milyon yıllık dilimizi ağzımıza toplayıp düştük başka dillerin ağrısıyla serinleyen memleketlerin sokaklarına. Aslında bir kaybolmaya yapılan yolculuktu bu. Nicedir kendimizde yaşamaktan derlediğimiz sıkıntıları atıp kaçmak fikriyle çıkılan bu yolda kaybolmak, yeni kendimize ulaşmanın ilk güçlü adımı değil mi?
***
H
Ü
Z
Ü
N
***
İnsan tane yüzü var hüznün
Her kent ayrı bir dil tutuyor kendine
Falcılar anlıyormuş gibi yapıyor
Bilginler anlamazdan geliyor bu dili…

İnsan kendini on bin kilometre kaybeder mi? Biz kaybolduk. Her metresi kayboluşun sevimli bilinmezliğiyle süslenmiş bir yok oluşun ikliminde kayboldukça içimizde yeni şeyler kımıldamaya başladı. Dillerini bilmediğimiz insanların evlerinde yüzlerimizin ve garip sesler çıkaran ağızlarımızın kardeşliğini duyumsayarak dolaştık. Tamı tamına otuz iki gün ve 16 ülkenin sesiyle süslenen bir yolun hikâyesi bu. Anılarımıza yüklediğimiz merak, sevinç, hüzün, acı ve yorgunluk fotoğraflarıyla bezeli bir yolun hikâyesiyle başka ülkelerin insanlarına temas ettik kendimizi. Hiçbir ülkeye ağrılarımızı, küfrümüzü, kötülüğümüzü ve faşizmin rengiyle kirlenmiş fikirlerimizi taşımadık. Ve hiçbir ülkede bize dair kötü bir yaklaşımın davranışlarına maruz kalmadık. İyilikle gittik ve iyilikle dönüyoruz işte.
***
Başkasının kanatlarını uçuyor kuşlar
Çocuk Allah ve yazı
Kent başkasının
Başkası kentlerine
En çok unutmayı
Öğreniyor insan
İnsan başkasına
Başkası insanlığa…

Kırılmış dallara konuyor kuşlar
Yazı kalıyor bana
Bana yazmak
Bana aklım
Bana ben incitiyor…

İnsan olana, yeryüzünde ne bir sınır ne de bir engel olabilir. Politikadan şeylerin kaba faşizmiyle beslenen hiçbir tutumu, bilgiyi, söylemi ve yaklaşımı yanımıza almadık. Onlar politikacıların kirlenmiş yargısı olarak kiminizde dipdiri soluk alıyor olabilirler, ama biz sadece insan olmanın kimliğiyle nice ülkeler ve nice ülkelerin sınırlarını, askerlerini, polislerini yok ederek dolaştık hiçbir sorun yaşamadan. Aklına üniforma düşürmemiş nice insanlarla aynı adreste, insan sıfatında, doğanın dolaysız bir ürünü gibi o coğrafyalarda düpedüz kaybolduk ve akşam olunca çadırımızın içinde uyumaya çekilen bedenimizde bulduk, yine ve yeniden kendimizi. Daha güçlü, daha güvenli ve daha bulduk işte…
***
İntihar taklidi yapıyor
Rayların arasında seken bir gül

Gelincik tarlasını kıskanıyor

Kırlangıç havasını

Yaşamak taklidi yapıyor herkes
Evlerinde kötü bir oyuncu…

Meğer dilin bir evi yokmuş, onu anladık. Dilin evi iklimmiş. İnsan, sevgi ve barış denen iklimde daha ortak ve tek bir sesle anlaşabilirmiş kolayca, ayrı ayrı olsa da sesi. Meğer insanmış dili ikiye kesen ve bu kesilmiş ikide birbirinin gırtlağında dolaşan ellerle kendine acımasız bir dilin evinde acı çektiren. Böylece biz dilden kalkıp yine dilimizin evine doğru dönüşün sabırsızlığındayız. Çünkü kendi dağlarımızın, ovalarımızın, insanlarımızın diline karşı bir aylık bir özlemle dönüşteyiz. Dönüşün içimizi kımıldatan heyecanında. Ama Viyana’dan Zagreb’e düşen yolumuzun da tam ortasında. Yine orman, yine yeşil ve yine bu yeşilin içinde gökyüzünün adeta yere yansıması gibi masmavi göller, nehirler. Bu manzara tüm gezinin sahnesini oluşturan bir manzaraydı. Ama yönümüzü doğuya çevirdikten sonra bir şeylerin daha bize benzediği dönüşümünü sentezlemeye başlamadık değil. İşte, güneş ülkesine doğru usul usul geliyoruz nihayet…
***
İnsan
İnsana
Benzer
Yaslarsa
Sırtını
Güneşe…

Yine de biz bizden kalkıp bize giderken bize dair yeni şeyler biriktirip bizden kaçan şeylerin önünde yeni yüz hatları oluşturarak gideriz. Artık Zagreb’teyiz. Bir gece daha. Ama bu bir Zagreb gecesi. Bizim için bir ilk. Gece bir kenti anlamak kolay olmuyor. Gecesini gündüzüyle buluşturmak gerek. Ama önce bir kamp bulmalı. Zagreb Camping, bir nehir kenarında güzel bir kamp yeri. Hemen geceye çadırımızı kurup uykuya çekilmeli. Günün sesleri, günün kilometreleri ve günün bizden alıp götürdükleri düne evrilirken biz de dinlenip yeni bir kaybolma adresi edinmeli kendimize. Hayat böyle işte. İnsanın kendini bulmasına yönelik bitmek bilmeyen bir yolculuk tutar evrende. Ki sanırım tam kendini bulduğu an, ölümün soluk yüzüyle karşılaşacak ve bitecek bu yolculuk denen serüven. İnsanın trajedisi kendi dramında dipdiri soluk alırmış. Dünya bu dramın sahnesi ve bizler hızla geçip gidiyoruz…
***
İnsan ne kadar güle benzer unutursa özlemesini?

Zagreb, Hırvatistan’ın başkenti. Bir milyona yaklaşan nüfusuyla sakin bir kent. Para biriminin adı Kuna. 1 Hırvat Kuna’sı bizim 60 kuruşumuz. Uzun süredir ilk kez bizim para değerimizin altında bir ülkedeyiz. Balkanlara doğru ilerledikçe ekonomik düzey eşitlenmeye başlıyor. Açıkçası bir liranın dört Euro olduğu bir kur farkında bu turu gerçekleştirmek cesaret işi. Ancak sınırlarını aşmanın bedeli de olmalı. Bu bedeli ödemek dışında bir seçeneğimiz yok elbette. Harcama yapmada giderek rahatlayan bir dönüşün içindeyiz sonuçta. O nedenle Zagreb sokaklarında arabayla dolaşıp birkaç yere uğrayıp yakın bir kayak merkezi göreceğiz bugün. Bunca yer gezdikten sonra burada gündüzü değerlendirip yine gecenin kollarına, yollara bırakacağız kendimizi.

Kentte her şey yanlış yataklara giriyor
Suda beyaz bir gergi zambak
Zamanı anlamayan zamane insan
Nargile içer gibi bakıyor
Caddelere parklara ve rakamlara

Kentte bir olmak telaşı var…

Araçla merkezdeyiz. Park sorunu buranın da problemi. İnip Zagreb sokaklarında yürümek istiyoruz. İşte Zagreb Katedrali’ndeyiz. Gotik tarz mimarisiyle Avrupa mistik kültürünün etkileri burada da gözleniyor. Katedralin önünde fotoğraf çekiliyoruz. Neredeyse artık olağan bir durum bu fotoğraflar. Sanki tüm Avrupa’yı bu çekimler için kat ediyoruz gibi. Sadece hafızamızla değil elbet, bir belgesi olsun ve siz izleyenler için de bir görsellik katsın diye. Kısa bir tur atıyoruz. Yine birçok tur otobüsleri ve gruplar rehber eşliğinde turluyorlar. Sokaklarda ve mahallelerde gezerken bir Avrupalılık üslubunu yakından duyumsuyorsunuz. Ortaçağ havasını barındıran eski mimari doku hala Zagreb’de de nefes alıyor. Bu eski dokuya karşı ülkemizde yürütülen katliamı anlamak mümkün değil. Özellikle Denizli’de eskinin ruhuna duyulan öfkeyle yıkılan o otantik sokaklarımız, yok edilen çeşmeler, Selçuklu, Osmanlı ve Rum mimarisinin izleri… Son yüz yıldır her gelen yerel yönetici ki bunların birçoğu trajikomik biçimde mimar ve mühendis kökenli, bu dokuyu yok edip anlaşılmaz apartman ve beton yığınlarına boğulan bir şehir ortaya çıkardılar. Oysa buralarda bir ortaçağ havasını soluyabiliyorsunuz. İnsanın ayaklarını zorlayan, oksijenini işgal eden, aklını kurcalayan öyle çok da uyaran yok. Her şey bir dinginlik ve düzen içerisinde işliyor. En önemlisi gürültü ve hız yok. Daha durağan ve bir sakinlik duyumu hissediyorsunuz. Az şey mi bu duyguyu yaşamak günümüzde? Hele bunca gürültünün, kirlenmenin ortasında?…
***
Yine de yolculuklara çıkılıyor
Aşkın tek kanıtı bu…

Zagreb’e gelmişken özellikle Dubrovnik’i öneren dostlarımızı dinlemeliydik. Adriyatik kıyısında gerçekten muhteşem bir kıyı kenti. Ortaçağ dönemi mimarisini olduğu gibi kalesiyle birlikte yaşatan ve Unesco’nun da dünya mirası ilan ettiği bir deniz şehri. Zagreb’ten 600 km olduğu için yolu uzatıp gitmeye göze alamadık. Balkan ve İtalya kıyı turunu bir başka proje turu olarak zihnimize atıp bugün Zagreb’le günü tamamlayacağız.

Sen hiç F harfinden Defne kokusuna düştün mü?
Ben düştüm

Ve yeni bir formül buldum ayrılığa…

Zagreb yeşil dokusu ve dağlarla çevrili bir bölge. Hemen kentin yanında yükselen Slijeme kayak merkezi Zagreb’i kuş bakışı görmek için de güzel bir yer. Dağ evleri ve doğal ortamıyla yaz turizmiyle de aktif. Slijeme kayak merkezine çıkıp biz de burayı gözlemlemek istiyoruz. Kayakla yakından ilgilenen bir aile olmak bizi elbette dağa doğru kuvvetli bir çekim yaratıyor. Mesafe sadece 25 km. Ama sürekli dağa tırmanmak biraz zaman alıyor. Yemyeşil büyük ağaçların gölgesinde tırmanıyoruz. Yol neredeyse tek şerit. Ancak gidiş dönüş farklı yerlerden olunca karşıdan araç tehdidi yok. Rahatça çıkıyoruz. Zirveye doğru yaklaştıkça yer yer dağ otelleri karşılıyor önce. Her birinin ayrı bir kayak odası var. Zirvede Zagreb’e yayın yapan büyük bir aktarıcı anten de var. Bu noktada yer alan cafeler oldukça dolu. Tesisler yazın da dolu bir şekilde ziyaretçi alıyor. Bungalov evler şeklinde büfeler de var. Burada bir şeyler içiyoruz ve ben bol bol fotoğraf çekiyorum. Bu kayak merkezini yakından tanımak gerekiyor. Bize ilham kaynağı verebilecek deneyimler yaşıyoruz. Burada spor kulüplerine de yer verilmiş. Kışın kayak yapabilecek imkânlar herkese sunuluyor. Yazın sıcağında da bir kaçış noktası elbette. Bol oksijen alıp dinleniyoruz. Zira artık dönüş havası da yokluyor. Vakit geçiyor. Hızla sona yaklaşıyoruz. Dönüş için inişe başladığımızda karşımızda bir Zagreb manzarası. Hedefimizde ise uzun bir yol var.

Sen hiç F harfinden asıldın mı Filistin askısına?
Ben asıldım…

Hayır diyorsan bakır bir cezve bul kendine
Acı bi Yemen kahvesi pişir taşırmadan
Ve yüreğinin son atışını dinle…

Artık Zagreb’e veda vakti. Arabanın ve içindekilerin yakıtını almak için önce bir istasyona, oradan da markete giriyoruz. Fiyatlar bizi cezbetse de dişimizi sıkıp yolda yiyeceklerimizi ve içeceklerimizi alıyoruz. Araba silme dolu. Eşyalar ve kamp malzemeleri birbirine karışmış durumda. İzlem ve Görkem’in yirmi dört saat değişen psikolojik travmalarıyla birlikte gürültülü, cıvıl cıvıl bir seyahatin ortasında yeni bir yola vuruyoruz kendimizi. Emel arabanın komisi gibi. Her şeyi kaybedip yeniden buluyor ve ikramda sınır tanımıyor. Bu gezinin bende kilo kaybı yaratacağını düşünürken bunun önüne geçiyor Emel. Şoför koltuğunda uyuyacağım düşüncesiyle eline geçirirse ağzıma dolduruyor. Elbette yorgunluk anlarının da pilotu Emel. Doğrusu Avrupa’da da araç kullanmanın ayrıcalığını yaşadı ve gayet başarılı. Bu tür bir yolculuk zaten yedek pilotsuz gerçekten zor. Şimdi de hedefimizi Belgrad-Üsküp olarak belirleyip yola çıkıyoruz. Vakit akşam 18.00 civarı. Yolda bir gidiş tedirginliği. Gökyüzü bizim gidişimizi yataklık edecek. Şiir ise bu gezmenin ruhuna zaman izleri bırakacak. Yüzlerimizde koşmasını unutmuş yorgun atların sessiz kişnemeleri. Usulca kendimize çekilip yola aklımızla gideceğiz. Belki kalbimizin deli dolu attığı o çılgın coğrafyanın ruhuna gideceğiz. Ama gitmekle oraya varılır mı, bilinmez. Bilinmesin de. Bazen bilmemek en büyük huzur biçimi…

Sen hiç mavideki o som denizi içtin mi?
Ben içtim
İnsan kendinin sus’udur
Su kendinden geçsin diye yaşama…

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı